Asla yorulmadılar, bezginlik de göstermediler. Gönüller bir dergâh hâline geldi. Kalpler “Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakış” tarzı kazandı. Çöle İnen Nûr, sonsuzluğu rahmet kanatları altına alarak bütün insanlığa hak ve adâlet tevzî etti.
İnsanlık âlemi için en mükemmel bir örnek olan Allah Rasûlü’nün terbiyesinde yetişen Asr-ı Saâdet’in mü’minleri, Allah ve Rasûlü’nü sadece zâhiren değil, kalben de tanıyan, ilim, irfan, merhamet, nezâket ve zarâfet toplumu idi. O devir, derin bir tefekkür ile Cenâb-ı Hakk’ı ve Rasûlü’nü yakından tanıma devri idi.
Sahâbe-i kirâm, düşüncenin ve idealin merkezine tevhîdi yerleştirdi. Dünyevî menfaatleri, nefsânî ihtirasları, kalplerde yer eden hevâ ve heves ilâhlarını bertaraf etmeye muvaffak oldu. Mal ve can, gâye olmaktan çıkıp vâsıta hükmüne girdi. Îmânın lezzeti tadıldı. Merhametenginleşti. Hizmet, hayat tarzı oldu. Büyük bir gayret ve fedâkârlıkla İslâm şahsiyeti sergilendi. Öyle ki sahâbî, bildiği bir hadîs-i şerîfi te’yid ettirebilmek için bir aylık yol gidip pek çok meşakkatlere katlandığı hâlde, atını boş yem torbasıyla kandırarak kendisine çağıran râvîyi, karakter zaafıyla mâlûl kabûl ettiği için, onu hadîs almaya ehil saymadı.
Tabîînin büyük imamlarından Ebu’l-Âliye de, bu İslâmî hassâsiyetin bir misâlini şöyle anlatır:
“Biz, kendisinden (hadis) almak için bir kişinin yanına gittiğimizde, onun namaz kılışına bakardık; eğer namazını güzel kılarsa, «O, diğer işlerini de güzel yapar.» diyerek yanına otururduk. Namazını kötü kılarsa; «O, diğer işlerini de kötü yapar.» diyerek yanından kalkardık.” (Dârimî, Mukaddime, 38/429)
Kaynak: Osman Nûri Topbaş