“Sen varken biz böyle olamazdık ya Resulullah!
Sen olsaydın şimdi yanımızda, anneler böyle büyütmezdi evlatlarını. Kızlarımıza “Hele bir başını kapatsın şimdilik, gerisi sonra gelir.” diyemezdik. “Kendi istediği zaman namaza başlasın, kendi istediği zaman örtüsünü taksın.” diyemezdik.
Sen gelmiştin, kız çocuklarını diri diri toprağa gömülmekten kurtarmıştın. Bu kez de biz ellerimizle korlara, ateşlere atar olduk kızlarımızı. Halbuki sen, gelmiştin...
Oğullarımıza, “Sen yorulma evladım kardeşin yapar” da diyemezdik. Sen hanımlarından bir bardak su bile istememişken, kendi söküğünü kendin dikmişken, biz oğullarımızı böyle terbiye edemezdik.
Babalar onlara herşeyi mübah görüp, sadece kızlarına olmaz demezlerdi. Oğulları için de edebin olmazsa olmayacağını bilirlerdi.
Sen varmışsın gibi yaşamak ne de zor geldi nefislerimize. Hem yok muydun ki sanki?
Bir akşam üstü kapımızı çalıversen, ne çok hallerimiz olurdu görmenden utanacağımız.
Ne çok ayıplarımız olurdu, ikaz edeceğinden emin olacağımız. Eşsiz şefkatinle, yüce gönlünle bize en çok “Müslüman böyle olmamalı!” derdin herhalde.
Ey gönüllerimizin habibi! Sensiz geçen günlerimiz ayıplarla, hatalarla dolu. Senle ama sensiziz...”
Uzun zamandır aklımda dönüp dolaşan cümlelerimdir bunlar. O olsaydı şimdi, karşıma çıkıverseydi neler olurdu? Ne gibi hallerimi nasıl izah edebilirdim sevgililer sevgilisine? Ne kurduğum sofralarımın izahı vardı O’na, ne de harcadığım vaktimin... Ne düşündüklerimin, ne de konuştuklarımın... Ne dinlediklerimin, ne de izlediklerimin... Ne giydiklerimin, ne de giymediklerimin...
“Biliyorum Ey Allah’ın Resulü” demekti en utanç vericisi de... Ya da diyememekti bile...
O’nun gibi eşsiz şefkat sahibi bir Şefîi’yi üzmek gaddarlıkların en acımasızı, nankörlüklerin en ilerisi değil miydi? O doğarken de, yeniden dirilirken de “Ümmetim” diyebilecek yüce gönüle, şefkate, merhamete sahipken; O benim için gözyaşı dökerken, bana ne demeliydi...
Şurası kesin ki; hepimizin kaygısı olmalı bunlar. Hepimizin diğerimiz için değil, hepimizin kendimiz için kaygısı olmalı bunlar.
Babalar Peygamber Efedimiz gibi baba olmalı. O nasıl öptüyse evlatlarını, nasıl okşadıysa onların saçlarını öyle okşamalı.
Analar Hatice validemiz gibi ana olmalı. O nasıl tesettüre alıştırdıysa kızlarını, edebi nasıl öğrettiyse öyle öğretmeli anneler bugün de.
Kızlar O’nun kızı gibi, Fatıma-tuz Zehra gibi olmalı. Namusu ve hayayı çeyiz bilen kızlarımız olmalı bugün de...
Eşler, Resul-ü Ekrem Efendimiz gibi eş olmalı. O’nun Aişe validemizi sevdiği gibi sevmeye çalışmalı. Ev işlerinde eşine yardım etmeyi güçsüzlük kabul etmeyen, eşine iltifat etmeyi ayıp görmeyen Peygamberimiz gibi olmalı beyler.
Hanımlar onun hanımları gibi, ezvac-ı tahirrat gibi tertemiz olmalı. “Devir değişti, bu zaman eski zaman gibi değil artık” dememeli hanımlar.
Dedeler Hasan ve Hüseyin’in dedesi gibi olmalı. Torunlarını sırtında gezdirecek kadar sevgi dolu, şefkat dolu olmalı. Üstelik sahabe efendimize “Ne güzel süvarilerim var değil mi?” diyerek gezdirecek kadar tatlı dilli olmalı dedeler bugün de... Kendisi hutbe verirken camiye torunu girdi ve ayağı takılıp yere düşüverdi diye, hutbe verdiğini bile unutarak minberden inip sevgili torununu kucağına alıp hutbesine devam edecek kadar şefkat ve sevgi yüklü olmalı dedelerin kalpleri.
Olabildiğince olmalı... Olabildiğince böyle olmalı... Zaten böyle olalım diye Resul olmadı mı güzeller güzeli bize?
Her türlü sıkıntıda, en küçüğünden en büyüğüne kadar “Efendimiz olsa ne yapardı şimdi?” sorusu mihengimiz olmalı. Şeriat-ı garra ve sünnet-i seniyye iki elmas gibi avuçlarımıza bırakılıverilmişti ya... Şükür olmalı ümmetin payına düşen de öyleyse...
Şükür, şükür, şükür olmalı her halimiz. Her tavrımız memnuniyet ve teslimiyet olmalı. Elimizden, yüzümüzden şükür akmalı...