Ordudan atılan 'aile'lerin gözyaşartan dramı

‘Disiplinsizlik’ ithamıyla ordudan atılan dinî vecibelerini yaşayan subaylar acıyı yüreklerine gömmüş. ‘Lojman’ baskısına maruz kalan eş ve çocuklarsa bunaltıcı atmosferi hâlâ unutamıyor.

Sedat Gülmez'in haberi:

Disiplinsizlik… Son 30 yılda Türk Silahlı Kuvvetleri’nden ilişiği kesilen dinî vecibelerini yerine getiren subay ve astsubayların ağrına giden yegâne itham. Resmî evraklara göre ‘irticaî faaliyet’ sebebiyle suçlular. Fakat iddialar hiçbir zaman yargıya taşınmadı. Hiçbiri muhakeme edilmedi, hüküm giymedi hâsılı evrensel hukuk kriterleri işletilmedi. Ancak kendileri için en ağır müeyyideyle karşılaştılar.
‘Peygamber Ocağı’ dedikleri, üniformasını giymeyi onur addettikleri Türk Silahlı Kuvvetleri’nden (TSK) uzaklaştırıldılar. Yetmedi, sonraki hayatlarında adım adım takip edildiler. İşsiz kaldılar. Başvurdukları yerlere emirler gönderildi ve kabul edilmediler. Yerel yönetimlerden çıkarıldılar. Maddî zorluklarla boğuşurken, 15 yıllık mecburî hizmeti dolmayanlara yüklü miktardaki tazminat darbesi vuruldu. Ekonomik hayatlarının yanı sıra sosyal dünyaları gölgelendi. Arkadaş bildikleri terk etti. ‘Yapmışlardır kesin bir şey, hiç dindar diye askeriyeden adam atılır mı?’ diyen saf sinelerle karşılaştılar. Hatta kimi anne babalar gönül koydu. Uzun süre konuşmadı, yanlarına varmadı. Salt kendileri değil eşleri ve çocukları da ‘damgalandı’. Nihayet onlar ‘Ordudan atılan bir askerin’ ailesiydi. Seneler geçmesine rağmen sicillerindeki bu iz hiç silinmedi. Aralarında gidişatın psikolojik baskısını kaldıramayan yüzlercesi tıbbî yardım aldı. Mahmud Bey gibi hâlâ yardım almaya devam edenler de var. Sayıları çok değil belki ama Abdulmuttalip Yıldırım misali çözümü intiharda bulanları da unutmamalı.

Son dönemde ortaya çıkan subay intiharlarında üst düzey askerlerin vefat edenlerin ailelerine sahip çıkılacağı yönündeki açıklamaları ‘vefa’ duygusunu bir defa daha düşünmelerini sağladı. Çoğu o günleri hayatından çıkarmaya çalışıyor. Hatıralarını çoktan zihinlerinin en derin noktasına gömmüşler. Hikâyelerini dinlemek, acılarını kamuoyuna duyurmak ve bir devre şahitlik etmek istediğinizde çekingen davranmaları belki bu yüzden. Üstelik her türlü ızdırabı tatmalarına rağmen TSK’ya gönül koymuyor, onun zarar görmesinden endişe ediyor, ötesinde ürperiyorlar. “Bizi yuvamızdan uzaklaştıranlar bir zihniyetin sahipleriydi. Ama bu asla ordunun hassasiyeti değildi. Çünkü ordu milletin kendisidir ve onun değerleriyle asla çatışamaz. Bizim için oralar Peygamber Ocağı’dır ve öyle de kalacaktır.”
Şimdi artık tek bir arzuları var: Yargı önüne çıkmak. Aklanıp birilerince alınlarına vurulan ve haksızlığına inandıkları ‘disiplinsiz’ yaftasının silineceğine inanıyorlar. Çünkü “Sicillerimiz açık!” diyorlar.

EŞİNİN TEMSİL KABİLİYETİ YOK!

Şikâyet değil, tekrar aynı acılar yaşanmasın diye anılarını paylaşanlardan biri İbrahim Töre. 22 yıl hizmet verdiği ordudan 1998’de uzaklaştırılır. Bir anda eşi ve iki çocuğuyla ortada kalır. Ancak o bunu bekliyordur: “Bazen binbaşılığa kadar nasıl atmadıklarına şaşırıyorum. Çünkü birilerinin gözünde her zaman fişliydik.” Onu bu fikre iten sebepler birden ortaya çıkmış değil. 80 sonrası süreçte kademe kademe oluşmuş.

İbrahim Töre, Amasya Merzifonlu. Ailesinde asker çok. Birinci Cihan ve İstiklâl Harbi’ne dedelerinden ve büyük amcalarından katılanlar var. Üniforma sevgisi irsî. 1978 Kuleli Askerî Lisesi mezunu. Dört yıl sonra 1982-1 devresiyle jandarma levazım teğmen rütbesiyle Kara Harp Okulu’ndan diplomasını alır. O devre dair hatıralarında namaz ve oruç hususunda 28 Şubat’taki gibi bir baskı bulunmuyor. Fakat yıllar geçtikçe TSK’da düşman algısı değişmeye başlar. 1986 ve 1987’de bilhassa askerî okullarda cadı avı tarzı ‘irticacı avı’ başlar. Nereden geldiği belirsiz ihbarlarla insanlar sorgulanır. Subay ve astsubayların aile hayatları didiklenir. Sağlık karneleri değiştirilecek bahanesiyle eşlerinin ve kızlarının fotoğrafları istenir ama erkek çocuklarınınki talep edilmez. Bir ara Jandarma Genel Komutanlığı’nda da görev yapan Töre süreç bu noktaya gelmeden farklı bir uygulamaya gidildiğini anlatıyor: “1990’ların başıydı. İkmal şubedeydim. Örtülü ödenek yoluyla yalan makineleri, teknik ekipmanlar alındı. 6 bine yakın subay ve astsubay için hazırlanan tasfiye planı kapsamındaydı bunlar. Jandarmadakiler Güvercinlik, Karacılar Mamak, Havacılar Akıncı (Mürted) Hava Üssü’nde sorguya alınacaktı. Sonra atmalar YAŞ üzerinden gerçekleştirildi.”

İbrahim Bey’in eşi Hanife Hanım o zamanın en önemli şahitlerinden biri. Hatta eşinin yaşadığı sıkıntıların fevkinde ‘lojman baskısı’ tabir edilebilecek durumlarla karşılaşır. Çift 1990’da evlenir. İzdivaçtan sonra evlerine sık sık binbaşı ve albay eşi düzeyinde misafirleri gelir. Kendi evindeyken başını örtmediğinden sıradan kadın gezmeleri formatındadır bir araya gelmeler. Ancak davetlerine icabet ettiğinde iş değişir. Başörtülü halini görünce “Eşlerimiz seninkinin komutanı, rahat ol baskıyla seni kapatıyorsa sana yardım edelim ve sen açılabilesin.” derler. Hanife Hanım’ın “Kendi isteğimle bu giyimi seçtim.” cevapları kabul görmez. Aralarından birini onu ikna için görevlendirirler. Her gün ziyaret eder. “Sen subay eşisin. Ama onu böyle temsil edemezsin.” uyarıları zamanla “Bak eşine zarar vereceksin sonra” kabilinden ucu kapalı tehdide dönüşür. İbrahim Töre’nin ayrılış sicilindeki “Eşi çağdaş giyimli değil, temsil kabiliyeti yok.” ibaresi o dönemden akseden bir damga.

Zamanla ikna çabalarından vazgeçilir. Çünkü muhatapları “Allah’ın emri” demektedir ve bir adım geri atmamaktadır. Bir gün İbrahim ve Hanife çiftinin kızları 4 yaşındaki Fatma Zehra koşarak eve gelir. “Anne ben mini etek ve pantolon giymek istiyorum.” der. Sebebini soran annesine “Tüm çocuklar giyiyor ve beni de aralarına almıyorlar. Köylü çocuğu gibi etek giyiyorsun diyorlar. Ben de onlar gibi giyinirsem onlarla oynayabilirim.” mukabelesinde bulunur. Töre ailesi artık tam anlamıyla kuşatıldığını hissetmektedir. Tabir yerindeyse her adımları izlenmektedir. İbrahim Bey’in askerî vazifesini bîhakkın yerine getirmesi yetmez. Ailesinden de kışla kurallarına uygun davranması beklenir. Üst düzey subayların eşleri çağırınca anında gitmesi, davetlerde eşleri arasındaki emir komuta zincirine uygun davranması istenir.

‘BİLİYORSUN HANIM’

Eşinin yıllık izin dönemi Hanife Hanım için kendi tabiriyle ‘Diyarbakır açık cezaevi’nden kurtuluş vakitleridir. Anne babalarının yanında geçirilen kısa tatiller nefes alabildikleri yegâne yerdir. Fakat görev yerine her geri dönüşte yaşanacak sıkıntılar akla geldikçe yürekler sıkışır. Aylar böyle akarken İbrahim Töre için sonun başlangıcı denilebilecek Afyon Emirdağ sürgünü (!) ortaya çıkar. Eşini ve çocuklarını İstanbul’da kayınpederi ve validesinin yanına bırakan İbrahim Bey yeni görev yerine tek başına gider ki onlar zarar görmesin. Hanife Hanım ise o günleri anlatırken ‘O öyle sanıyordu.’ diyor. “Çocuklar küçük her kapı çaldığında babamız geldi diye koşuyorlar. Annesiniz yüreğinize o an oklar saplanıyor.”

Emirdağ’da da günler zor geçmektedir. Sınıfına göre alt denilebilecek bir vazifede çalışmaktadır. Ancak her şeye rağmen ikili ilişkileri kuvvetlidir. Bunu gördükçe de başına kötü bir şey gelebileceğini düşünmez. Ailesinden gördüğü de büyüklerin kızıp bağırabileceği ama bunları onun iyiliği için yaptığı, asla kötülük niyetiyle hareket etmediği inancını destekler. Ancak yanıldığını kısa sürede anlar…

O gün kapı çalıp elinde valiziyle eşini gören Hanife Hanım ilk anda durumu kavrayamaz. Çünkü İbrahim Bey vakitsiz gelmiştir. Şaşkınlığını atınca “Hayırdır!” der. “Hayırdır hatun bizim şerle işimiz olur mu?” “Attılar değil mi?” “Canımız sağ olsun…” Kaynar sular dökülür Hanife Hanım’ın başından. Ağlamak ister ama eşine göstermek istemez. Hissettirmemeye çalışır. Tevekkülle meseleye yaklaşıp “Allah’tan…” derler. Sonraki günlerde Fatih’in gördüğü rüyayı da müjde kabul edip sivil hayata alışmaya çalışırlar…

Bugün İbrahim Töre Hizmet Vakfı ve Adaleti Savunanlar Derneği (ASDER) gibi sivil toplum kuruluşlarında muhtaçların yardımına koşuyor. Eşi hâlâ hayattaki en büyük destekçisi. Oğlu Fatih bu hususları konuşmak bile istemiyor. En küçük evlatları Meryem sivil yaşamın meyvesi. İlk çocukları Fatma Zehra ise farklı duygular içinde: “Babam atıldığında çok küçüktüm. Hatta Emirdağ’dayken çocuk kalbi işte, ‘atsalar da yanımızda olsa’ diye dua dahi ettim. Ancak çekilen sıkıntıları daha iyi idrak ediyorum. Ama her zaman bir subay kızı olmaktan da gurur duyuyorum. Çünkü babam 22 yıllık vazife sürecinde orduya ve üniformasına asla halel getirmedi.”

ORDUDAN ATILANA TEDAVİ DE YOK

Yüzbaşıyken YAŞ kararıyla TSK’dan atılan Güray Balatekin 1665 kader arkadaşı gibi ‘Yağız Anadolu delikanlısı’ sıfatını hak eden bir subay. Görev yaptığı 19 yılda 21 takdir toplamış bir isim. Onun ordudan atılması sadece mesleğine değil, eşinin hayatına, üç çocukla ortada kalmasına ve başta ailesi, yakınlarının gönül kırıklıklarına yol açmış. Hikâyesi İbrahim Töre’ninkine paralel. Dinî hassasiyeti yüksek bir aileden geldiğinden Bursa Işıklar Askerî Lisesi’ne girdiği yıllardan itibaren namazlarını kılan, oruçlarını tutan bir subay adayıdır. O da ilk dönemler ibadet hususunda büyük zorluklar çıkarılmadığını anlatıyor. Ancak eşinin başörtüsü her zaman karşılarına çıkarılır. İbrahim Töre gibi o da kurmay yolunu açan Harp Akademisi’ne ‘eş fotoğrafı’ da istendiği için gitmez. Kars’ta görevliyken eşinin gazino tabir edilen sosyal mekânları kullanması bir albayın emriyle yasaklanır. Bununla da kalmaz bir gün sadece kadınların iştirak ettiği bir bahçe sohbetine Güray Bey’in eşinin de katıldığını öğrenir. Hemen bir astsubay göndererek oradan uzaklaşmasını ister. Gözyaşları içinde evine giden Aliye Hanım’ın gönlünde açtığı yaraya ehemmiyet vermeksizin kendince görevini yapmanın hazzını yaşayan tebessümler saçar etrafına.

Balatekin çifti için asıl yıkım Aliye Hanım’ın mide kanserine yakalandığının öğrenilmesinden sonra başlar. Diyarbakır’da PKK ateşine maruz kalıp evi bombalanan, bir çocuğu balkondan düşüp ölen Aliye Balatekin ölümcül bir hastalığa yakalanmıştır. Hemen Ankara’da Gülhane Askerî Tıp Akademisi’nde (GATA) tedavisine başlanır. Birkaç ay sonra Güray Yüzbaşı’ya ordudan ‘Disiplinsizlik’ sebebiyle atıldığı söylenir. Silahı, sağlık karneleri, kimlikleri elinden alınır. Bu durumda hastaneye girmelerine imkân yoktur. Gerçi Aliye Hanımın hastalığı kötüdür ancak tedavi bir şekilde sürdürülmelidir. Fakat GATA’ya girebilmeleri mümkün değildir. İki hafta sonra vefat ettiğindeyse geride ordudan atılan bir eş ve iki küçük çocuk bırakmıştır. Olay basına yansıyınca devrin Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun ağzından bir açıklama yayımlanır: “PKK’lı teröristlere bile yardım eden ordumuz subayına nasıl farklı davranır? Haberler maksatlı.” Güray Bey, “Bari yalan söylemeselerdi. Kimliğim, sağlık karnem yok; nasıl girecektim hastaneye. ‘Tedavine devam edelim’ dediler de kabul mü etmedim.” diyor…

İbrahim Töre ve Güray Balatekin 3 bine yakın YAŞ mağdurlarından sadece ikisi. Ancak hayatları gösteriyor ki maruz kaldıkları sıkıntı sadece kendilerini değil tüm ailelerini etkiliyor ve yer yer bir ömür devam ediyor…
 
Aksiyon

Güncel Haberleri