Hasan el Basri’den menkul olduğu gibi, eskilerin veya eslafın sahabelerle ilgili telakkisi şöyledir: Biz onları görsek deli derdik, onlar da bizi görselerdi Müslümanlığımızı sorgularlardı. Aradaki bu farkın ve mesafenin nedeni onların fena fi’l İslam yani İslam’da ve imanda tefani etmeleri bizim ise fena fi’d dünya olmamız yani dünyaya batmamızdır. Mevlana’nın benzetmesiyle insan dünyada kamışlığından koparılmış ve ayrılmış bir ney gibidir.
Duy şikayet etmede her an bu ney,
Anlatır hep ayrılıklardan bu ney.
Der ki feryadım kamışlıktan gelir,
Duysa her kim, gözlerinden kan gelir.
Ayrılıktan parçalanmış bir yürek
İsterim ben, derdimi dökmem gerek.
Kim ki aslından ayırmış canını,
Öyle bekler, öyle vuslat anını.
Ney ile kamışlık arasındaki münasebet, asli vatan ile bu vatandan koparılmış insanın hikayesidir. Bundan dolayı dünyada mutluluk sınırlıdır, mutluluk yurdu ahrettir. Baki mutluluk oraya aittir. Mevlana bu beyitleriyle birlikte ney ile insan ve atası Hazreti Ademi, kamışlık ile de cenneti tasvir eder. İnsan şuuraltı bir biçimde ve bilmeden daima asli vatan özlemi çeker ve bunu da ahu eninle dışa vurur. Hazreti Bilal ve sahabeler Medine gibi cenneti asa ve sulak bir vatanda bile Mekke’nin taşı toprağını özlemişlerdir. Kaldı ki bir de Medine’den Mekke’ye göçselerdi özlemleri nasıl olurdu acaba? Mümin kişinin manevi yurdu ve vatanı da İslam’dır. Gurbette insanoğlu vuslat türküsünü söyler. Aynen ney gibi ahu figan eder. Bezm-i elest’ten/ruhlar aleminden gelen ve asli yurduna yolculuk eden insanoğlu dünya durağında bir nevi maddi ve manevi gurbettedir. Yol, yolcu ve menzileden mürekkep bir seyrü seferi vardır. Yol elest’ten gelen ve dünyadan geçen ve ahrete giden bir seyrü seferdir. Salik yani yolcu ise insanın kendisidir. Menzili ise son durağı yani öteki dünya ve ahiret yurdudur. Yolcu bu gurbet gayyasında atası Adem’in kopup geldiği asli vatanını özler ve ona kavuşmayı diler. Esasında vardığı son menzil koptuğu kamışlıktır yani asli vatandır. Dünyaya daldığı oranda yolunu sapıtır ve hedefini ve geldiği ve yeniden döneceği asli vatanını unutur. Kesafet ve yoğunluk içinde kaybolur. Gaflet perdesiyle üzerine katmerli bir ağırlık çöker.
Neyin sazlıktan veya kamışlıktan ayrı düşmesiyle birlikte içine düştüğü ahu enin gibi inanmış kişinin, Allah erinin manevi yurdu da İslam’dır. İslam’dan koptuğu oranda ney gibi ağlar ve sızlar. İslam Müslümanın manevi vatanıdır ondan koptuğu oranda şakilerden ona yaklaştığı oranda da saidlerden olur. Bundan dolayı dünyanın Müslümanın zindanı olduğu söylenmiştir. Keza Müslüman için dünyevi elemlerde bir nevi saadet ve haz, uhrevi elemlerde ise şakavet vardır. Bundan dolayı Mevleviler gibi genelde tasavvuf erbabı gönüllü olarak çile çıkarmıştır. Rabıta-ı mevtte bir nevi çilenin günlük seanslarını hatırlatır. Yani haramlar insanın ağız tadını veya ağzının kimyasını bozar. Sureta lezzet olan gerçekte zıttı olabilir. Bundan dolayıdır ki Kaside-i Bürde sahibi İmam Busiri bu gerçeği şöyle terennüm etmiştir:
Kem hassenet lezzeten lilmer’i katileten/ min haysü la yedri enne’s-simme fi’d desemi
Yani içirilen acı ilaç drajenin altındadır. Ya da zehri altın kupada sunarlar. Busiri de nice lezzetin öldürücü bir özellik taşıdığını ve zehrin balın içine karıştırıldığını ifade etmektedir. Günahlar manevi lezzetleri öldürür. Dünya insanın kalbini daraltır, ruhunu sıkıştırır. Bundan dolayı günah sine ve gönül daralması intaç eder. Bu nedenle asudelik veya ahiret genişliği arayan Üçüncü Selim, dünyayı unutmak için Şeyh Galip’in eteklerine yapışır ve kucağına uzanır. Günah işleyen kalp neredeyse yerinden fırlıyormuş gibi olur. Dünya Deccal’ın cennetine, cehennemi de cennete benzer. Bundan dolayı Peygamberimiz ‘lezzetleri öldüren ölümü pek hatırlayın’ buyurmuştur. Dolayısıyla ölüm dünyevi lezzetleri öldürdüğü gibi insana uhrevi lezzetleri hatırlatır. Haramda da dünyevi bir lezzet vardır lakin uhrevi lezzetleri giderir. Dolayısıyla insan iki lezzetten birisini ihtiyar etmelidir. Mutlak oranda ahiret lezzetini, cüz’i olarak da dünya lezzetini benimseyecektir. Günah veya dünyevileşme İnsan ile manevi lezzetleri arasına girer. Günahlar insanı sarhoş eder ve bir nevi insanın gözüne perde gibi iner ve ahiretin kokusuna ve lezzetine engel olur.
Sadr-ı evvel Müslümanlar gibi saff-ı evvel nurcular da taravet sahibi ve coşkulu idiler. Zira, onlardaki imanı rusuh ve derin iman manevi bir hareket ve dinamizm zeminine dönüşüyor ve çevrelerini dönüştürüyordu. Bulundukları mekanı çuruyordu. İman ve İslam’da fani olmaları onlarda dünyevi zevkler yerine uhrevi zevkleri ikame etmiş ve bu da çevrelerine nuranilik olarak aksetmiş ve yansımıştır. Risale-i Nur’un iki önemli rüknü ve ayağı ihlas ve uhuvvet ve muhabbettir. Sahip oldukları iman, ihlas ve muhabbetin kaynağı ve dinamosu olmuş bu da onları istisnai ve mümtaz şahsiyetler kılmıştır. Bu iman derinliğiyle ve sıcaklığıyla birlikte uhuvvetin ve kardeşliğin şahikalarında yaşıyorlar ve kardeşlik bağları ailevi bağların ve münasebetlerin de fevkine çıkıyor ve görenleri hayrete düşürüyordu. Bu, imanda fani olmaları ve ahirete teveccüh etmeleri dünyevi bela ve gaileleri sinek vızıltısı haline getiriyor ve dünya bela ve mihnetine metelik vermiyorlardı.
Lakin sahabelerin peygamberimizden ayrıldıklarında cennet ikliminden ayrılmaları gibi Nurcular da Üstadlarından fiziken ve metafiziki veya manevi iklim olarak ayrıldıkları oranda çoraklaşıyorlar ve kendilerine yabancılaşıyorlar. Bu manevi uzaklıkla bu defa onlar çevrelerini değil çevreleri onları dönüştürüyordu. Elbette Bediüzzaman’ın bütün faniler gibi ahrete intikali her beşere arız olan bir kaderdir ve kaçılmaz. Lakin Bediüzzaman ölümünün yaşamından ziyade İslam’a hizmet edeceğini söylemiştir. Kuşkusuz bu da doğrudur. Lakin vüs’at ve genişlik ile birlikte derinliğin de muhafazası elzemdir. Bu noktada genişlik ve yaygınlıktan şüphe edilemezse bile derinlik noktasında bazı endişeler de yok değil. Bazı rahneler var ki Nurcuları gülistan ve nuristandan koparmasa bile uzaklaştırıyor. Belki üç şey iman lezzetini gölgelemektedir.
Birincisi: Dünyevileşmedir. Ehl-i İslam'ın içine düştüğü bu durumdan daha da önemlisi "Hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı bakiyeye bilerek tercih" eder hale gelmesidir. Bediüzzaman, "Onlar dünya hayatını seve seve ahirete tercih ederler..." mealindeki İbrahim Suresi 3. ayetini, "bu asır, hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye, Ehl-i İslam'a da bilerek, severek tercih ettirdi" diyerek, içinde bulunulan şartların vehametini belirtir. Bu keyfiyet ve vaziyet de Müslümanın kimyasını bozmakta ve manevi lezzetlere ulaşmasına engel olmaktadır.
Yine bu kimya bozukluğunu en güzel ifade edenlerden birisi İmam Busuri’dir ve Kaside-i Bürde’sinde bu hakikati şöyle terennüm etmektedir:
Kad tünkiru’l aynu dav’eş şemsi min remedin/ ve yünkiru el femu tu’mel mai min sakamin
Yani hastalıktan dolayı göz, güneş ışığını temaşa edemeyebilir ağız da hastalıktan mütevellit olarak tatlı suyu acı hissedebilir.
İkincisi: Hayat dairesinde genişlemeyle birlikte temas edilen yabancı feza bazı tortuları da beraberinde getirmiş ve zamanla güneş huzmelerini engelleyen toz bulutu haline dönüşmüştür. Hayat dairesinin genişlemesiyle birlikte yabancı fikirlerle temas ettiler. Tesir ettikleri oranda tesir altında da kaldılar. Zamanla bu temas eksen kaymasına neden oldu ve mesele Ahmed Bin Hanbel ile Muhasebi ve benzerleri arasındaki tartışma meselesine benzedi. Kazanılan fikirler zamanla ve bazen asli fikirlere gölge etti. Bu da kısmen kendi zeminlerine yabancılaştırdı ve katıksız vasat biraz bulanmış oldu. Bu da uhuvvet meselesinde tearüf yerine tenakürü getirdi ve uhuvvetin zevki eskisi gibi alınamaz ve tadılamaz oldu. Bundan dolayı işte bazıları eski ‘hormonsuz Nurculara’ özlem duyduklarını söylüyorlar. Onların davalarında tefani halini ve coşkularını özlüyoruz. Belki bilgi bakımından onlardan daha donanımlıyız lakin iman kuvveti bakımından aynı şeyleri söyleyebilir miyiz? İşte altını yeniden saflaştırmak için ateşe attıkları gibi müminler de zaman zaman fitne denizine ve ateşine atılıyorlar. Burada yanarak pişerek yeniden eski hallerine avdet ediyorlar. İnşallah üzerimize bulaşan dünyevileşmeyi ve onun getirdiği kirlenmeyi de geçtiğimiz çilelerle birlikte aşar ve yeniden halis altın külçeleri haline döneriz. Bundan dolayı eskiler ‘lütfun da hoş, kahrın da hoş’ demişlerdir. Zira lütfa ancak kahır yoluyla ulaşılmaktadır. Zaten dünya yolculuğumuz da bir çile yolculuğudur. Kur’an buyruğuyla, insan kebed yani zorluk içinde yaratılmıştır. Cennet zorluklarla donatılmış ve kuşatılmış cehennem ise kolaylıklarla süslenmiştir. Bugün coşku denizi ve ırmağı gibi olan katıksız eski ve organik nurcuları özlüyoruz ve arıyoruz.
Mevlana cennetten, asli vatanından kopan insanın gözlerini kanlı yaşların bürüdüğünü ifade eder.
Der ki feryadım kamışlıktan gelir,
Duysa her kim, gözlerinden kan gelir.
Busuri de peygamberini kaybetmiş veya onu ahirete yolcu etmiş veya onu her nevi gurbette hatırlayan sahabeyi ve mümini şöyle tasvir eder:
Hasret ateşine yanmaktan mıdır
Aşkın neşesine kanmaktan mıdır
Selemli dostları anmaktan mıdır
Kanlı gözyaşları akar gözünden.
Demek ki cennetten, İslam’dan, Hazreti Peygamberden ve Bediüzzaman gibi rehberlerden kopmak, ayrılmak bir nebi gurbete düşmektir. Onları hasretle hatırlamak ise kanlı gözyaşları dökmeye vesiledir.