Orhan Okay’ı öğrencilik yıllarımdan tanımıştım, bir öğrencinin tanıyacağı kadar. Hocalarımızı dinlerken ana babamın ikliminden etkilenmişim şimdi anlıyorum. Annem Erzurum’da def derler, onunla Fuzuli’den Şeyyad Hamza’dan gazeller söylerdi. Hele “Beni candan usandırdı, cefadan yar usanmaz mı” gazeleni söylerken ağlar, ben çocuk halimde neden ağlıyor diye hayret ederdim. Beni mevlitlere götürür, cemaati taşırırdı, ağlatırdı:
“Amine Hatun Muhammed annesi
Ol sadeften doğdu ol nur tanesi”
Hele doğum anını söylerken ağlar ağlar ağlardı, sanki dünyaya ağlamak için gelmişti.
“Bu senin oğlun gibi hiçbir oğul yaratılmış olalı cihana gelmiş değil.”
Öyle insanlar kalmadı artık, dünyanın ve zevklerinin mabud olduğu bir toplumda ağlamak ne kelime. Gariptir babam da şair bir adamdı, Emrah’tan şiirler okurdu.
“Dediler ki sefil Emrah ölüptür kimi kazma kürek bel altı gitti.”
Bitirme tezine gelince İstanbul’da Ahmet Kutsi Tecer’in eşinin yanına gitmiştim. Meliha Hanım bana çok yardım etti. Onda olan herşeyini gösterdi, basılmamış tiyatrolarını daha neler neler. Ben bitirme tezini bitirince dağınık bir doktora gibiydi. Hocalar bu çocuk çalışır diye bize meyli tabi hissetmişler.
Bitirme tezi için İstanbul’a gitmek Notre Dame dö Sion de Meliha hanımla birlikte çalışmak. Bugün öğrencileri tanıyınca ne kadar zor bir iş olduğunu anladım. İşte bu irsi meyiller ile Orhan Beyi tanımışım, bana bir yüksek lisan stezi verdi. Ben lise öğretmeniyim. Malumat Mecmuasının yedi cildi taranacak ve tahlilli fihristi yazılacak. Bir buçuk yıl çalıştım, 360 sayı büyük boy bir dergi. Ortaya kocaman bir çalışma çıktı. Bugün benim metin okumaları yaptığımı asistanlıktan profesörlüğe kadar kimse yapmaz hatta yapamaz. Osmanlıca metin okumalarının yeni Türk edebiyatının beyni olduğunu bilirdi hocam, sağ olsun ben o aşkla bütün hayatım Osmanlıca ile iç içe geçti.
Orhan Bey sadece edebiyat tarihçisi değildi. O edebiyatımızın yorum düzeninin kısır bir yolda gittiğini hissetmişti, ama böyle dillendirmezdi. Onun yorum düzenine katkıları edebiyat metinlerinin daha ideal anlaşılacağını gösteriyordu. Bana estetik okutmuştu, hatta bir ara Tunalı’nın Marksist Estetiğini okuttu. Tuhafıma gitti ama daha sonra anladım ki Marks’ın bakışı adeta şeytanın varlığı gibiydi. Nasıl şeytan kemalatın zembereği ise Marks da öyleydi. Ama hocam anlaşılamadı, talebeleri de onun yolunu devam ettirmediler. Monoton bir şiir tahlili, hikaye ve roman tahlili hepsi bu kadar. Bırak estetik tahlili şiirdeki unsurlar bile yüzeysel. İnsanlar yükselmek istiyor, birşeyler yapmak edebiyata katkıda bulunmak değil.
Hocam “ideal edebiyat” isterdi. Nabizade’nin şiirini toplamak bir mesele, o dönemin bütün mecmualarını taradım, sonra tasnif ettim, bir yılda şiirini yazdım, sonra beğenmedi bir daha yazdım. Sonradan duydum “ben ilk talebelerime zulmetmişim“ demiş. Ben zulme maruz olduğumu düşünmedim ama bir öğretmendim nihayet, aldığım para İstanbul kütüphanelerinde ve yollarda geçti. Nabizade hakkında bulduğum askeri arşiv belgesi onun biyografisine bütün bakışları değiştirdi. Beymelik köyüne neden gittiği bilinmez, ama oraya haritacılık gereği gitmiş, yani topograf bunlar hep askeri arşivde çıktı. Hocam bunları beğendi, hatta Kaya Bilgegil doktora jürisinde beni “ilk defa askeri arşive girmişsin, Himmet seni tebrik ederim“ demişti. Kaya Bey, Orhan Bey, Haluk bey hepsi öteye taşındılar, Allah gani gani rahmet etsin.
İlk doktora öğrencisi olmam hasebiyle zannedersem ilk roman eleştirisinde yolları da ben açmıştım. O zaman Henry James ve Roman Sanatı diye bir Dil Tarihten yapılmış çalışma vardı, ondan istifade etmiştim. Stevik’in Roman Sanatı kitabı vardı o da dahildi. İlk yol açıcısı biz olmuştuk roman eleştirisinde
Orhan Bey’in iklimi vardı, onun hudutlarına girdiniz mi o iklimin şartlarına tabi olurdunuz. O kadar kibar bir İstanbul beyefendisi idi ki, en muhalif konularda bile tatlı bir gülüşle konuyu bağlar, hızını keserdi.
Bizim edebiyat muhiti gönül adamları yetiştiremedi. Hocam akıl, kalp, ilim karışımı bir insandı. Onun karakterini alışılmış tiplerin birine dahil edemezdiniz. Ama anlaşıldığını söyleyemem, ona yapılan anlayışsızlıkları bir türlü anlamadım, sadece peynir ekmek yiyen bir edebiyat muhitinde hocamın edebiyat masası çok farklı idi, bu yüzden tahammül edilemedi. Olsun mahkeme-i kübra-yı adalet var ya…