Osmanlı hanımları tasarruf ve iktisada son derece dikkat ederek geçinir, fazla harcama yapmaktan sakınırlardı. Ellerine geçen parayı arttırır, ne olur, ne olmaz, diyerek para bulundururlardı. Pek çoğunun sandığında epeyce parası bulunduğundan, ümit edilenden fazla parası olduğuna inandıklarında, kendi aralarında “O kirli çıkıdır, onun birikmişi çoktur derlerdi.” Çok tutumlu olan ev hanımları, sırası gelince birbirlerinin eşleri için “Adamcağız esnafın birisi, yağı, balı akmıyor ya herkes yorganına göre ayağını uzatmalı, tedbirli olmalı, ak akça kara gün içindir.” gibi sözlerle tutumluluktan bahsederlerdi.
O zamanlarda vükela, vüzera, paşa konaklarında debdebe ve masraf olmakla beraber, orta halli esnaf aileleri daha çok iktisada düşkün idiler. İslamiyet’te israf, haram ve günah sayıldığı için müsriflikten pek korkarlardı. “İsraf haramdır” sözü her kadının kulağına küpe idi. Değil ekmek, yemek, üst baş eşyası gibi nimetleri israf etmek, kuyudan çekilen suyu bile boş yere dökmezlerdi. Bahçedeki ağaçlara, çiçeklere verilir, yerine sarf edilmiş olurdu.
Erkeklerde kendi ihtiyaçları için müsrif davranmazlardı ama evlerine karşı, çocuklarının isteklerini almak için ellerinden geleni seve seve yaparlardı. Erkeklerin bu hali cimri olmadıklarını gösterdiği için pek göze batmazdı. Evlerde ve dükkanlarda şuna benzer levhalar asılı idi: “Akça israf eylemeden kendini pek saklat et. Kalır ise hasma kalsın, kendini muhtaç etme pek”
Giyilen, içilen, kullanılan, bir insanın yaşaması için lüzumlu olan bütün eşyanın, malın, mülkün kıymetini bilmeyen, onu boş yere satan bir insana Allah bir gün bu nimetleri aratır, yokluğunu gösterir, diye inanırlardı. İşte bu dini kanaat ve iman ile bütün Müslümanlar, Cenab-ı Hakkın kendilerine bir lütuf olarak ihsan buyurmuş, sahip oldukları bu nimetlerin kadrini bilir, onu israf etmekten kaçınırlardı. Giyim masrafları ölçülü idi. Zamanın zamanı olur diye kıyafetlerini sandığa atarlardı.
Birçok erkek hanımına gündelik veya sakızlık namıyla küçük bir harçlık verirlerdi. Bu parayı biriktiren genç gelinler yeni bir elbiselik veya ferace almak istedikleri zaman hemen anneler, kayınvalideler, büyük anneler, işe karışır, mani olurlardı. Çıplak değilsin, elbiselerin sandıkta mı çürüyecek, sonunda paçavra olacak. Elbise alacağına elmas, altın al, başına, parmağına, boynuna, bileğine tak diye vazgeçirirlerdi. Yiyecek masrafları da ölçülü ve idareli idi. Ev ihtiyaçlarının çoğu toptan alınırdı.
Bu hanımların özendikleri tek şey sandık eşyası idi. Gelin olduğu zaman evinden getirdiği cihaz(çeyiz) arasında bürümcek çarşaflar, helali gömlekler, ipekli kumaşlar, kürk, şal, saksonya tabak, sahan gibi değerli olanlarını pek kullanmaz, saklarlardı. Bunlardan bazılarının kibar haneleriyle ilişkileri bulunduğundan, hediye olarak aldıkları eşyayı da büyük bir dikkatle saklar, kızı varsa evleneceği zaman kıza verilecek cihaz eşyasının önemli bir kısmını dışarıdan satın almaya gerek kalmadan, bu şekilde hazırlamış olur ve fazla masraftan kurtulmuş olurlardı. Bu hanımlar kızlarını da aynı yolda eğitirler, kızlarına mutlaka bez dokumak, elbise biçip dikmek, nakış işlemek, yemek pişirmek gibi işleri öğrettikleri gibi ihtiyaç olursa kullanılacak ilaçları ve bunların hazırlanmasını, misafir kabul etme ve ağırlamayı, erkek ve idaresi usullerini de öğretirlerdi. Bu şekilde yetişip, terbiye görmüş bu genç kızlar diğer kızlarla karşılaştırıldığında “Doğrusu ya filan kızcağız kadın, kadıncıktır” deyimi ile övülürdü.
Erkekler öğle yemeğine gelmezlerdi. Ev hanımları ekseriya sıkı fıkı oldukları komşuları ile beraber öğle yemeği yerlerdi. İyi bir ev hanımının dolaplarında, apansız gelecek olan misafiri, bazen gece yatısına akşamüstü çıka gelen bir akrabayı, dostu ağırlamak için kıyması, köftesi, kebabı, kavurması olurdu. Eve ansızın bir misafiri gelince bakkala, kasaba, komşuya baş vurmak hoş karşılanmaz, idaresizlik, düzensizlik sayılırdı. “Yemekle beraber pişersen yemek olur” diye pişirdikleri yemeğin başından ayrılmazlar, yanmasına, yakılmasına meydan vermezlerdi. Yemek işini de akşamın geç saatlerine bırakmazlardı. Hanımlar pişen bu yemekleri yaz ise üç günlük sıraya koyar, bazılarını bir sepetle kuyuya sallandırarak, serin yerde muhafaza ederlerdi. Kış ise köfteleri, kıymaları, kebaplık, kuşbaşılık etleri güzelce kavurup, tel dolaplarda saklardı. Evine toplu et almayıp da akşamları kasaba pirzola yaptıran boğazına düşkün erkeklerin hanımları, kocalarını bu huydan vazgeçiremedikleri için hoş görülmezdi. Akşamın yemeğini öğlen yiyen, akşam yemeğinde eşinin önüne et yemeği veya güzel yemekler koymayan kadında hoş görülmezdi.
Eskiden erkekle kadın arasındaki mevcut iş bölümü hiç bozulmaz, erkek dışarıda çalışır ve kazanırken kadında içeride bir ailenin rahatını sağlayacak surette durmadan uğraşırdı. Ömrünü evinde geçirdiği eski zamanların kadının en mühim vazifesi çocuk büyütmek ve sonrada bundan artan vakitlerini mutfakta geçirmekte idi. Erkeğin dışarıda yemek yememesi, Osmanlı kadının mutfak aleminde bir sanatkâr yapmıştır. Sofra hazırlamak, yemeklere bir sıra ve nizam vermek bir mesele telakki olunur, bu hususta pek titiz davranılırdı. Pirinç pilavı ve hoşaf, sofralarının ekmek kadar lüzumlu, bir akşam dahi eksik olmasına imkân olmayan bir yemeği idi. “On türlü yemek yesem pilavsız doymam” derlerdi. “Her pirinç tanesine bir Lailaheillallah yazılır” diye yere düşen pirinç tanesini öperek başlarına koyan kadınların “Allah ekmekle yiğit arpasının yokluğunu göstermesin” diye dua edenlerin haddi hesabı yoktu. Yani pirinç de buğday kadar ekmek kadar kutsaldı. Büyükler sofraya gelmeden evvel küçüklerin gelmemesi, aile reisi yemeğe başlamadan evvel diğer kişilerin başlamaması, lokma ve küçük parçalar halinde ekmek bırakılmaması gibi adetler vardı. Bu adetler zamanla değişti. Mutfak eski şekli kadar ruhundan da ayrıldı. Hâsılı zamanla birlikte yürüyen hayat, eski aile mutfağına yeni hüviyet verdi.
Osmanlı evinde mutfak, muhakkak ki bir alemdi. Kap kacak yerli yerinde durur, temizlikten pırıl pırıl parıldar, insan mutfağa girince lüks ve debdebeli bir solana girmiş gibi hayran kalınırdı. Osmanlı mutfağında eksik bir şey bulunmaz, ev kadını kendisine lazım olan şeyleri elinin altında bulacak şekilde düzene koyardı. Osmanlı kadını İstanbul’da maruf olan yemeklerin nasıl hazırlanacağını pek iyi bilir, pişirdiği yemeğin hususiliğine göre bildiğini tatbik ederdi. Buna mükabil erkeğin işi kadının isteyeceği malzemeyi getirmek olacaktı. Erkek bundan ötesinin düşünmez, evine gelen malzemeye göre kadın, ailesinin memnun etmeye elinden geldiği kadar çalışırdı. Yemekten, hamurdan, tatlıdan başka evde kullanılan yağ da kadın tarafından istihsal edilirdi.
Osmanlı Hanımlarının Evde Üretimi
Osmanlı’da bazı evler, hane sahibinin imalathanesi gibi de kullanılırdı. Mesela güllaç veya sucuk gibi yiyecek maddeleri, nalın, terlik, ince müzehhiblik gibi işler evde yapılıp, sonra çarşıya götürülüp, esnafa ayaktan satılırdı. Aynı şekilde hanımlarda evlerini imalathane gibi kullanırlardı. Yazma, yemeni yapar, oya işler, bez dokur, kuşak yapar, ekabire ince dikişli baş takkesi, kibar hanımlara gayet ince ve sanatkarane dikişli kısa iç hırkası, uçları kafes oyma ve işlemeli baş örtüsü, pamuk ve ipekten örme bel kuşağı yapar ve geçimlerini sağlarlardı.
Mevsiminde hazırlanıp, saklanan çeşitli yiyecekler de geçinmeyi kolaylaştırırdı. Mevsimine göre üvez, muşmula, nar, ayva, kavun gibi meyveler hevenk yapılıp, evin uygun bir yerine asılarak saklanırdı. Bu evlerde hanımların turşu kurma merakı da fazla idi. Biber, lahana, havuç, patlıcan, üzüm turşuları kurulur, kışın yenirdi. Yine mevsiminde meyvelerden reçel yapılır, kavanozlar içinde kışa saklanırdı.
Kız çocukları okumayı, dini vazifelerini, öğrendikten sonra iyi bir ev reisesi olabilmeleri için gerekli hazırlık başlardı. Bu hususta çok titiz davranılırdı. Her ihtiyacın evden temini, ev işlerini bir hanımın tek başına yapabilmesi çok önemli olduğundan genç kız gelin gittiği evde, çarşıya başvurmadan evi idare etmek üzere yetiştirilir, gelin giderken götüreceği cihaz (çeyizde) bulunması zaruri olan çamaşır, yatak ve yemek takımlarını kendinin yapması öğretilirdi. Bu uğraşlar yeni yetişmekte olan hanım kızların başlıca vazifesi olarak kabul edildiğinden ebeveyni bu eğitime çok önem verirdi. En büyük kübera kerimeleri de kendi çeyizlerini kendileri hazırlar, kibarlık ve büyüklük götürülen cihazda gösterilmek istenirdi. Osmanlı evlerinde zenginliği ölçüsünde bir veya daha fazla bez dokuma tezgahı bulunur, bunlarla çeşitli gömleklik bezler, donluk ve çarşaflık dokunur, ve hanımlığın en önemli işlerinden sayılırdı. Bu tür dokumalık bezler dışarıdan alınması hoş karşılanmadığı içinde ekâbir evlerinde bile bu dokumalar evde yapılırdı. Hatta bunlar işten bile sayılmaz, yapanlar için bir övünme sebebi de olmazdı. Yetişmeye başlayan kızlar, evlenme zamanı yaklaşınca tezgâh başına oturtulur, kadınlık vazifesi olarak bu işe alıştırılır, sıkmadan eğlence gibi öğretilirdi. Çok tertipli olan mümtaz ev kadınları her işin vakit ve zamanını çok iyi kullanırlardı.
Kaynak: İstanbul Folkloru, Beş yüzüncü yıl.