Kapitalist Batı medeniyetinin hakim olduğu beşeri, sosyal ile siyasi sistem ve etkileri haricinde esasında yaşadığımız dünyada, yardımlaşma, paylaşma kainatta hüküm süren en kapsamlı kanundur. Bu kanun tabiatta, kainatta işletildiği gibi, insanın sosyal hayatına da konulmuştur. Kainata baktığımızda, toprak, su, hava, ışık gibi cansız denilen unsurların, bitkilerin yardımına koştuğunu görürüz. Meselâ bir incir, nar, muz… ağacı çamur yer, onu tatlı bir meyve hâline getirir ve canlılara ikram eder. Bitkiler, diğer canlıları beslerler. Hayvanlar sütleri, etleri, yumurtaları ve yünleri ile canlıların imdadına koşarlar. Cansızı, madenleri, bitkileri, hayvanları ile bütün kâinat da insanların ihtiyaçlarını temin etmek için seferber olur. Kandaki alyuvar hücreleri, canlı bedenin diğer hücrelerine yardım götürmek uğrunda kendilerini telef ederler. Dolayısıyla bütün bir kâinatın normal ve sağlıklı bir tarzda varlığını sürdürmesi, bu muazzam yardımlaşma sayesinde olur. Kainatta yardımlaşma esastır. Bu esas, görev bölümüyle de yakından ilgilidir. Elementler arası yardımlaşmadan, gökyüzündeki yıldızlar ve sistemler arasındaki büyük yardımlaşmalara kadar uzanan, insanın organları arasındaki yardımlaşma ile kendini açıkça gösteren ve insan ruhundaki “akıl, kalp, hafıza ve duygular arası işbirliği” ile en son noktasına varan bir yardımlaşma, bütün kainatı kuşatmış gibidir.
İnsanlar fiziki yapı, mizaç olarak farklı yaratıldıkları gibi, ekonomik imkanlara sahip olmak açısından da farklı bir şekilde yaratılmamışlardır. Her toplumda zenginler de vardır, fakirler de. Toplumdaki dengeli işleyiş için bu farklılık gerekmektedir. Çünkü sosyal bir varlık olarak yaratılan insanların birbirleriyle ilişki içinde olmaları, yardımlaşmaları ancak bu farklılıkla mümkündür. Diğer taraftan insanların bazısı zenginliği, kimisi de fakirliği ile imtihana tabi tutulmaktadır. Öncelikle herkes helâl rızkını elde etmek için çalışmak zorundadır. Allah kiminin rızkını genişletir, kiminkini de daraltır. Ancak zenginlerle yoksullar arasındaki uçurumu kapatmak için de zenginlerin fakirlere “zekât” vermesini farz kılmış, faizle onları sömürmelerini de yasaklamıştır. Bu formül ile hem fakirler şerefli bir hayat seviyesine ulaşabilir, hem de iki tabaka arasındaki çatışma potansiyeli, sevgi, şefkat, saygı ve kardeşliğe dönüşür. Kur’ân’ın bu çözümü dünyadaki yoksulluğu ortadan kaldıracak kadar etkili bir yoldur.
Kur’an medeniyeti, hayatın temeline yardımlaşmayı yerleştirmiştir. Peygamberimiz(sav), akraba, komşu, yetim, kimsesiz, yaşlı ve sair muhtaçlara her an yardım edilmesi gerektiğini anlatmıştır. Davranışlarını bu esaslar çerçevesinde şekillendiren Müslümanlar, tarih boyunca yardımı esas alan yapıları ortaya çıkarmışlardır. Vakıflar, imarethaneler, şifahaneler, yetimhaneler, okullar, kuş barınakları, sadaka taşları hep böyle bir anlayışın sonucudur. İslam toplumlarında adeta bir yardımlaşma mimarisi vücuda gelmiştir.
Yardım yapılırken gösterilen davranış şekli de önemlidir. Kırıcı, yanlış bir davranış, karşı tarafın duygularını rencide edebilir. İnsan, gösteriş duygusuyla, yaptığı hayrın önüne geçmemelidir. Bu durumda kazanılmaya çalışılan sevap, benlik duygusunun kabarmasıyla yok olacaktır. Veren elin, alan elden üstün olduğunu ifade buyuran Efendimiz (sav) aynı zamanda sağ elin verdiğinden sol elin haberdar olmaması gerektiğini belirtmiştir.
Gittiği yerlerde adaletle hükmeden ecdadımız, cami, çeşme, han, hamam, şifahane, darülaceze, imarethane gibi eserlerin yanında, halk tarafından çeşitli vakıflar aracılığı ile insanların istifade edecekleri binek taşları, mola taşları gibi insanı hayrete düşüren ilginç hayır eserleri de kazandırmışlardır. Bunların yanında hayvanlara da sevgi vardı; o devirlerde bir binanın güneş duvarında bir kuş sarayı varsa kimse buna şaşırmaz; çünkü dedelerimiz kuşları, köpekleri, kedileri pek severmiş. Sokak hayvanlarına barınak, kuş evleri, bunlar için sulaklar, yapılırdı…
Sadaka taşı uygulaması
Dedelerimizin sosyal adaleti, sosyal barışı sağlamak içim hayır eserlerinden biride, Sadaka taşlarıdır. Sadaka taşları, iffet ve utancından dolayı fakirliğini gizleyenler; şeref ve vakarından dolayı ihtiyaçlarını kimseye açamayanlar için, yine onlara “alan el” olmanın utanç ve ezikliğini yaşatmamak, şahsiyetlerini zedelememek ve onları istemek zorunda bırakmamak için gayet zarif bir yardım yoludur.
Sadaka, İslamiyet’in önemli bir sosyal organizasyonudur. Hadisi şeriflerde en üstün sadakanın gizli verilen olduğu belirtilmektedir. Peygamberimiz (sav) “Gizli sadaka, Rabbin gazabını söndürür” buyurmaktadır. Sadakanın gizliliği önemlidir, sağ elin verdiğini sol el duymayacak şeklinde olmalıdır. Sadaka ne verene bir gurur vesilesi olmalı, ne de alana verene karşı bir minnettarlık duygusu meydana getirmelidir. İşte bu düsturu kendine hayat şekli haline getiren ecdadımız sadaka taşları kültürünü bizlere miras bırakmışlardır.
Osmanlı insanı, ecdadımız şeref ve vakarından dolayı ihtiyaçlarını kimseye söyleyemeyenler için farklı bir yardım metodu geliştirmişlerdir. Her türlü tebrik ve takdire layık yardımlaşma araçlarından birisi, beklide birincisi Sadaka taşlarıdır.
“Sadaka taşları”, insanı incinmeden yardım almasını sağlayan yardımlaşma sistemlerinden biri olarak bilinmektedir. Sadaka taşlarının diğer yardımlaşma sistemlerinden en belirgin farkı ise, yardımlaşmanın yalnızca zengin-fakir çizgisinde değil, bir mahalle içinde aynı sosyal statüye sahip insanlar arasında da kurulmuş olması noktasındadır. Bu noktada vakıflar, imarethaneler gibi yardım kuruluşlarının aksine sadaka taşlarının birbirleriyle daha yakın duran, komşuluk ilişkileri içerisinde olan insanlar arasında bir yardım düzeneğini tesis etmektedir.[1]
Sadaka taşı uygulaması, muhtaç kişilere yardım yaparken gurura kapılıp büyüklenme ve gösteriş gibi bir duyguya kapılmaya, fırsat vermiyor. Yardım alan kişinin de edep ve onurundan dolayı, bilinmesini istemediği fakirliği, başkaları tarafından bilinmemiş oluyor. Muhtaç olmanın eksikliğini ve ezikliğini başkalarına belli etmemiş oluyor.
Osmanlı Devleti, ülkenin değişik yerlerine, üstünde çanak şeklinde bir çukur olan, yaklaşık, bir buçuk, iki metre boyunda, yanında birkaç basamak bulunan, mermer sütunlar dikerek bunlar vasıtasıyla, zaman zaman varlıklı, hayırsever kişilerin, bu taşların oyuklarına yardımlarını koyarak, sadaka vermelerini sağlamış. Sadaka taşları; Osmanlı döneminde ağırlıklı olarak İstanbul’da değişik yerlere, özellikle cami, çeşme, mezarlık gibi yerlerin yakınında, mahallelerin birleştiği yerlerde(Üsküdar İmrahordaki gibi). Fakir, hasta ve muhtaç insanların bulunduğu yerlerde(mesela; Üsküdar Miskinler tekkesi önündeki gibi), Yardım, adak niyetiyle gidilen türbe, dergah, zaviye gibi yerlerin yakınlarında (Yahyalı (Kayseri)’deki Şeyh Yahya Türbesi ile yanındaki Ulu Cami’nin müşterek avlularındaki ile, Konya Sarıyakup Cami’nin harem kapısı önündeki örnekleri gibi). yerlerde yapılmış.
Süleymaniye Camii avlu içinde, Ayasofya camii girişinde, Camii’nde meydana açılan bahçe kapısın iki yanında, Karaköy Arap Camisi giriş kapısı yanında, Cağaloğlu Hacı Beşir Ağa çeşmesi karşısında, Üsküdar Doğancılar İmrahor Cami yanında, Üsküdar Karacaahmet Fethi Ahmet Paşa Camii yanında, Karacaahmet Aşçıbaşı Camii avlusunda, Fatih Mehmed Ağa Camii ana giriş kapısı sağında, Aksaray Sofular caddesi ile Ragıp Bey sokağını birleştiği köşede, Kocamustafapaşa Sümbül Efendi Camii ve türbesinde, Kocamustafapaşa Hekimoğlu Ali Paşa Camii avlusunda bulunan sadaka taşları günümüze kadar gelebilmiştir. Nidayi Sevim’in hazırladığı “Medeniyetimizde Toplumsal Dayanışma ve Sadaka Taşları” adlı kitapta, bugün İstanbul’un 25 farklı noktasında sadaka taşı veya sadaka taşı olması muhtemel taşların bulunduğu belirtilmektedir.[2]
Dünya hayatında her an, herkes, maddi ve manevi sıkıntılar yaşayabilir. Bir insan için de en zor şey başka birisine el açmak ondan yardım istemektir. Belki çokları da izzet ve haysiyetleri sebebiyle çok zor durumlara düştüklerinde bile sırf başka bir insana el açmamak için ihtiyaçlarını gizliyorlardır. İşte sadaka taşlarını ecdadımız bu tür durumlara çare olarak görmüş. Komşusu açken tok yatmamak için ihtiyacının fazlasını sadaka taşlarının üzerine bırakmış, ihtiyacı olan da ihtiyacı kadarını istediği saatte gitmiş oradan almıştır.
Sadaka taşına para koymak isteyen yardım severler genellikle akşam namazından sonra uğrarlar. Yatsı namazından sonra da muhtaç olanlar buraya gelir, ihtiyacı kadar alır, gecenin karanlığında gözden kaybolarak evlerine giderlermiş. 17. Asırda Osmanlı coğrafyasını gezen Fransız bir seyyahın seyahatnamesinde, bir sadaka taşına bir hafta boyunca kimsenin para almak için uğramadığını yazması da o devrin anlayışını ve ahlak seviyesini bize en güzel şekilde gösteriyor.
Osmanlı hayat tarzını inceleyen Fransız seyyah M. de Thevenot, şunları yazıyor: “Osmanlılar, çok dindar, çok insancıl, şefkat ve merhamet sahibidirler. Gönülleri din gayreti ile doludur. İslamiyet’i bütün cihana yaymayı kendilerine görev bilirler. Birbirleriyle vuruşup dövüşmezler. Bizde sıkça rastlanan düello, onlarda adeta bir meçhuldür. Bunun sebebi de çok sevip candan bağlı oldukları dinin, içki ve kumar gibi iki büyük kötülük ve düşmanlık kaynağını kurutan hâkimane siyasetidir.”[3]
Maddi çıkarlar için insanların birbirlerini ezdiği, sömürdüğü, haksızlık ettiği günümüzle, sadaka taşlarının hiçbir emniyet tedbiri alınmadan herkesin kullanımına sunulduğu geçmişimizi günümüz ile karşılaştırdığımızda değerlerimizden ne kadar uzaklaştığımızı, toplumun dejenerasyona uğradığını takdir edeceksiniz.
“Günümüz insanının en temel ihtiyaçlarını karşılamak için bile hemen baş vurmak zorunda bırakıldığı, her köşe başına kurulu bir tuzak gibi dikilmiş, ruhsuz, acımasız ve soğuk bankamatik makinelerinin kirli yüzünü ve bu kurulu tuzaklara kapılarak faiz belası pençeleri arasında inim inim inleyen, ocağı sönmüş, yüz binlerce zavallı insanın feryadını duyduktan sonra, bu sade, yalın ama alabildiğine mütevazı sadaka taşlarının değerini, ne anlam ifade ettiklerini daha da iyi idrak ediyoruz… Bankamatik bencilliğin simgesi, sadaka taşları ise diğergamlığın, vermenin simgesini temsil ediyor.”[4]
Osmanlı’nın bankamatikleri, sadaka taşlarıdır. Sadaka taşlarına para yatırmak için şifreye gerek yok. Para çekmek içinde şifreye gerek yok. Şifre gönüllerde. Burada yardımlaşmanın, paylaşmanın zirvesi yaşanıyor. Osmanlı insanı sadaka taşından ihtiyacı olan parayı alıyordu. Günümüz insanı ise bankamatiği, bankayı soyuyor. Bu durum esfel-i safiline doğru gittiğimizin işaretidir.
Tarihimiz üzerine bir araştırma yaptığımızda, medeniyetimizin insanlığa verdiği mesajın, özetinin “her şey insan için” prensibinde saklı olduğunu görürüz. Şeyh Edebali’nin, Osman Gazi’ye verdiği “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın” nasihatinin hayata yansımasıdır. Sadaka taşları ve buna benzer hayra dayalı daha birçok uygulamaları yaşatabilseydik, insanımızı dejenere etmeseydik, yaşadığımız toplumda hiç istemediğimiz haksızlık, yolsuzluk, hırsızlık, kap kaç ve dilencilik olayları olur muydu? Faiz belasına düşerek ocaklar söner miydi?
“Zimem (Borç) Defteri”
Yeri gelmişken bir Osmanlı geleneği olan “Zimem (Borç) Defteri”nden de söz etmek istiyorum.
Osmanlı imparatorluğunda varlıklı kişiler özellikle bayram önceleri kendi yaşadıkları semtin dışındaki fakir semtlerde, bakkalın, manavın tenha zamanlarını seçerek: “Zimem defteriniz var mı? diye sorarlardı. “Zimem defteri”, o esnaftan borcunu yani veresiye mal alan mahalle sakinlerine ait hesap defteridir. Borçluların adının ve borcunun miktarının yazılı olduğu defterdir.
Bakkal, manav Zimem Defteri’ni açar, varlıklı kişi gücüne göre defteri satın alarak yazılı borcu öderdi. ”Silin borçlarını, Allah kabul etsin” derdi. Borçtan kurtulan, borcunu ödeyenin kim olduğunu, borçları ödeyen, kimleri borçtan kurtardığını bilmezdi. Böylece ne zengin mağrur ne fakir mahcup olurdu.
Son günlerde basında çıkan borç defterlerini ödeme haberleri hepimizi sevindiriyor, millet, ümmet olma şuurumuzu arttırıyor. İşte bu haberlerden bazıları…
Şırnak’ın Silopi ilçesinde hayırsever işadamları, Osmanlı döneminde uygulanan, 'Zimem' geleneğini uygulayarak, fırın ve bakkallara ait veresiye defterlerini satın alıp, halkın borçlarını bayram öncesi kapattı.
Kilis'te bir grup hayırsever, esnafı dolaşıp veresiye defterlerini satın alarak vatandaşın borçlarını kapadı.
Bursa’da kimliği gizli tutulan bir hayırsever, bakkaldaki veresiye defterini alarak borcu olanların borçlarını ödedi. Bakkala borcunu ödemek için gelen vatandaşlar ise borçlarının olmadığını duyunca sevinçten havaya uçtu.
Manisa'nın Turgutlu ilçesinde, orada yaşayan vatandaşlara adeta bir bayram hediyesi verildi. Bir hayırsever tarafından 2 bakkalın veresiye defteri satın alındı ve bayram öncesi borçlu müşterilerin toplam 27 bin liralık borçları ödendi.
Kırklareli'nin Lüleburgaz ilçesinde kimliği meçhul bir hayırsever, bakkalın 6 bin 857 lira alacağı bulunan defterini satın alarak 20 kişinin borcunu ödedi.
Sözün özü
Seneler geçti, geçiyor, kalpler imandan, İslam’dan uzak. Maddi, ekonomik çıkarları için, bütün ahlaki değerleri ayaklar altına alan, en üstte benim altta kalanın canı çıksın diyen, beşeri sistemler, teknolojide, bilimde, sanatta yükseldikçe aç gözlülükleri, modern yamyamlıkları, zulümleri de arttı. Doymak bilmeyen hırsları insanlığı ağlattı, insanlığı kanattı, dünyayı kan gölüne çevirdi. Önlerindeki sofrayı bitirmeden, binlerce kilometre ötedeki sofralara gözlerini diktiler. Bırakınız yardım yapmayı, insanların sofralarındaki ekmeği çaldılar, çalıyorlar. Türkiye’den başka hiç kimsede bu duruma itiraz etmiyor. İşte Suriye’de yaşananlar. Irak’a yaşananlar. Yemende yaşananlar. Dünyada, 'Ben güçlüyüm, onun için ben haklıyım' diyenler acaba yarın kimin sofrasının ekmeğini çalacaklar?
Sonuç, insanlar huzursuz, vatansız, çaresiz, aç, susuz adaletli ve şefkatli bir elin dokunuşunu bekliyorlar. Toplumlar, ekonomik menfaatlerden önce, adaletle, merhametle ve şefkatle hükmeden idarelere muhtaçlar. İnsanlık huzuru, mutluluğu yaşatacak medeniyeti bekliyor. Adaletle, merhametle ve şefkatle hükmedecek medeniyetin zamanı gelmedi mi?