Eminönü Mercan’daki 17. Yüzyıl yapısı Büyük Valide Hanı, bir süre önce gündeme gelen bir haberle adından günlerce söz ettirmişti. Ancak haberin nedeni hanın sahip olduğu mimari veya tarihi özellikleri değil, kubbesi, daha doğrusu kubbesinin başına gelenlerdi. Öyle ki, zavallı kubbe üzerinde Boğaz’a karşı zıplayıp fotoğraf çektirmek isteyenler ve reklam çekimi yapan ekipler yüzünden çökmüştü!
Hem de tarihle ilgili revaçta medya programları, dizi ve filmler sayesinde tarihimize ilginin arttığı söylenen bir dönemde, ünlü Kösem Sultan’ın yaptırdığı bu tarihi han üzerinde zıplanıp, oturulup, poz verilmek suretiyle resmen harabeye dönme tehlikesiyle yüz yüze bırakılmıştı.
Ne var ki olayın fecaat yönü bundan ibaret değildi maalesef! Pek çok zihinde yer ettiği üzere bu olay sadece bir hanın fizikî tahribatını anlatmıyordu; aksine, o fiziğin ardındaki ruha yönelmiş hürmetsizlikleri de adeta ‘kara mizah’ bir numune olarak gözler önüne seriyordu. Daha da açık bir ifadeyle, Büyük Valide Hanının yaşadığı bu mağduriyet, “yüceltilmiş suret ve menfaat” kavramları uğruna “boşlanan özün ve hakikatin” modern zamanlardaki hazin hikayesiydi aslında!
Ve bu hikâyenin çilesi bitmez bir ‘nesnesi’ ise, Osmanlı özelinde bu memleketin tarihiydi ne yazık ki!
Sözgelimi, “ecdada vefasızlığı” illa da tarihî eserlerin tahribatında telaffuz eder hale gelen medya, aynı ecdadın manevi mirasına yönelik vefasızlıklara sıra geldiğinde ise tam anlamıyla bir suç ortağı haline gelebilmekteydi. Zira medyadaki hâkim yayın dili ve tercihi, en az tarihî eserler kadar “Osmanlı ve Osmanlılık” kavramlarındaki ruhu da hedefine almış olan bir “istismarlar listesine”, pek destekleyici ve ‘meşrulaştırıcı’ katkılarıyla can suyu olmakta beis görmüyordu!
Ve bu hal devam ettikçe de, medyanın haberleştir(ebil)diği o fiziğe ve surete yönelik vefasızlık vakalarının çok ötesindeki alanlarda, örneğin siyasetten edebiyata, popüler kültürden ekonomiye bir dolu rant kapısında icra edilen türlü istismarlarla, aslında ecdada ve hatıralarına vefasızlığın günbegün âlâsı sergilenmekteydi!
Kısacası, ziyaret sebepleri “kendisiyle aynı karede poz vermek” olan kimselerce tahrip edilen şu han misali; kendileriyle ‘ortak enstantane’ vermek isteyenlerin türlü çıkarları uğruna, tarihî olayların ve kişiliklerin bitmez bir iştihayla sömürülmesiydi mesele…
Osmanlı’ya ettiklerimiz!
Osmanlı tarihi ve medeniyetini ya da “Osmanlı” kavramıyla ifade edilen değerler toplamını neredeyse bir asırdır hedefe almış olan haksız söylem ve uygulamalar, toplum belleğinde yerini hep koruyan, tarihî, gerçek, inkârı hakikatsiz bir vakıadır. Ancak gücünü statüko ve Batıcı seçkincilikten alan kesimlerin Osmanlı’ya karşı giriştikleri bu itham, iftira ve dezenformasyon faaliyetleri, bunca yıllık resmî hegemonyasına rağmen toplum vicdanında genel kabul görememiş bir girişim durumundadır da aynı zamanda.
Hal böyle olunca, “Osmanlı’nın hukuku ve hatırası” söz konusu olduğunda hem o iftira ve haksızlıklara duyulan tepki hem de Osmanlı’nın temsil ettiği değerlere hürmet gereğince, aynı toplumda nicedir güçlü bir savunma refleksinin geliştiği izahtan beridir.
Ne var ki insanımızın işte bu haklı-vicdanî savunma refleksi, zamanla Osmanlı’ya yönelik politik, entelektüel, popüler vb. istismarlar için tam bir “açık alan” haline de gelmiş durumdadır! Öyle ki, yaşanan güncel siyasî ve toplumsal meselelerde bunları kendi özgünlükleriyle anlamak ve çözüm önerilerini de buna göre geliştirmek yerine, “Osmanlı” kavramı, kendisine nispet edilmeye çalışılan pek çok fikir ve söylemle çoğu zaman hamasete ve günü kurtarmaya alet edilebilmektedir! Örneğin -hemen her alanda ve sektörde kurtarıcı bir söylem olarak ve kimi zaman- Osmanlı’ya Osmanlının sahip olmadığı ölçülerde bir ‘Osmanlılık’ da yüklenerek girişilen bu sözüm ona Osmanlı mirasçılığı sayesinde; politikada ‘öze dönüş’ ve sorgulanamazlık, tarihçilikte popülist ve mesianik bir tarih okuması, edebiyatta atalar kültüne varabilecek bir hikaye ve kahramanlar üretimi, sinema ve televizyonda çoğu zaman tarihi de boşlayan bir ‘yeniden diriliş’ istismarcılığı vb. gibi başlıklar, bu yolla siyasetin ve ‘piyasaların’ önemli rant kapıları haline gelmişlerdir.
Oysa gerçekçilikten uzak böylesi bir ‘Osmanlıcılık’ ve bu minvaldeki bir tarih okuması, -bir önceki yazıda da geçtiği gibi-, Allah’ın yaratmadığı, takdir buyurmadığı şeyleri sanki O (c.c) yaratmış ve takdir etmiş gibi anlatmak cürmü başta olmak üzere, bünyesinde pek çok sakınca barındırır. Dahası, bu şekildeki bir tarih anlatımı ülkedeki sorunların inkarına veya küçümsenmesine yol veren yönüyle, o sorunların çözümünü bizzat geciktirmektedir de. Zira tarihin sıkça verdiği ibretlik bir derstir ki; kitlelere yönelik coşkulu, taraflı, abartılı ve kimi zaman da gerçek dışı tarih söylemleri, aslında o günkü gerçeklerin gözlerden kaç(ırıl)masının da başlıca faillerindendir…
O halde bu hatırlatmalar yedeğinde denilebilir -veya demeliyiz- ki, Osmanlı’yı her türden çarpıtılmış veya gerçek dışı söylemlerle bugünü kurtarmanın aracı olarak kullanma ameliyesi, aslında ‘onların mirasını sahiplenen evlatları’ olma iddiasıyla bağdaşmayan, hele mümin vicdanına hiç yakışmayan, üstelik onları kendi modern-politik-ütopik tasniflerimize tabi tutmak suretiyle de, hatıralarına bizzat hürmetsizliğin en feci hallerinden biridir. İşte böylesi tutum ve söylemler karşısında ise, öncelikle hesaba gelmez iyi yönleri, yüzyıllar boyu her rengi koruyan bir çatı oluşu yahut da düşmanlarına karşı sayısız kez İslam’ın bir kalkanı olabilmesi gibi faziletleri hatırına, Osmanlı, sanırım bugünün izan ve adalet sahibi müminlerinden gerçek bir vefa beklemektedir.
Böylesi bir vefa ise, onların hatıralarını aleyhte olanlar kadar lehte gözüken hürmetsizliklerden de koruma çabamızla yerine gelebilecek bir vefadır elbette! Üstelik “ölülerimizi hayırla yâd etme” vazifemizin bize onları hayırlı kelamla, yani bir anlamda yalandan, abartıdan, çarpıtmadan ve istismardan uzak ifadelerle de anmak gibi vazifeler yüklediğini unutmamalıyız.
Diğer türlü, onları, -güya bağlılık ve vefa adına- neredeyse insan üstü göstererek buradan kendi nefsimize gizli paylar çıkardığımız söylemlerimize, günlük siyasi çıkarlarımıza, çok satan-izlenen kitap ve filmlerimize, hele hele bugünü tartıştırmamaya alet etmek; ecdadın ve daha da özelde “Osmanlı değerler bütününün” nicedir farklı bir çileye daha maruz bırakıldığının açık bir delilidir. Hem de neredeyse bir asırdır maruz kaldığı o red, inkâr ve iftira çilelerinden de beter, mirasını sürdürme iddiasındaki kimi torunları eliyle sürdürülen ve ‘kubbelerinde hamasetle zıplanıp siyasi, maddî, akademik, entelektüel pozlar vermekle’ çektirilen bir çile…
Demem o ki, Osmanlı’yı ve hatırasını hemen her cenahtan gelebilecek ‘lehte veya aleyhte, ifratla veya tefritle, iyi ya da kötü niyetle sömürme hürmetsizliklerinden’ kurtarmaya gücümüz yetmiyor elbette. Buna imkan da yok zaten.. Ama ya kendi söylemlerimiz, kendi cümlelerimiz?.. Kendi söylem ve eylemlerimizi o istismar çeşitlerine bulaşmaktan koruyabiliyor muyuz acaba?
Mümin atalarımızı ancak “hayır kelamlarla” anabiliyor muyuz mesela? Onların hamasetten, sömürüden, abartıdan ve cümle hürmetsizliklerden kurtuluşunu, ‘hiç olmazsa’ kendi hususi dünyalarımızda ilan edebiliyor muyuz?...