19 Mart 1960. Gece yarısı, saat 02.00 sıraları…
Ateşler içinde yanan biri var. Ömür boyu yangınların ortasında çırpınmış durmuştu zaten. Alevlerin elinden almak için gençliği, yüreğiyle beraber kaç kereler yanmıştı; sürgünlerde, zindanlarda. Aşırı dozda zehirler kavururken bedenini, insanlığa panzehir yetiştirmek için yanmış tutuşmuştu…
Yüreğindeki yangın Anadolu’ya yayılmış, karanlığı Cehennemin dibine atmış, ortalığı nur kaplamıştı. Her yer pür nûr olmuştu. Lâkin Onun ızdırap ateşi yanmaya devam ediyordu.
Yine yanıyordu… Vuslat şerbeti ancak söndürebilirdi içindeki volkanı. “Gideceğiz!” diyordu, başka bir şey demiyordu. Belli ki İlâhi Davet gelmişti semadan… 40 derece ateşle yanan vücudu yarı baygın haldeyken arada bir ağzından tek kelime çıkıyor: “Gideceğiz!”
Canlarından aziz bildikleri, ruhlarını tereddütsüz feda edecekleri, sevgili Üstadlarına bakan Tahiri Mutlu, Zübeyir Gündüzalp, Bayram Yüksel ve Hüsnü Bayram “Üstadım nereye gideceğiz?” diye sorduklarında, “Urfa” diyebilmiş, ateşini söndürmek için Urfa’yı seçmişti, asrın yangınlarını söndüren adam…
20 Mart 1960. Sabah saat 09.00…
Radyolarda farfaralı bir şekilde “Said Nursî’nin Emirdağ veya Isparta’da oturması tavsiye edilir” diye okunan hükümet bildirisine rağmen, Anadolu’yu aydınlatmak için güneşin doğduğu ilk saatlerde; gönüller ülkesinin karanlıktan kurtarıcısı, ahir zamanda ki insanlık âleminin güneşi Bediüzzaman Said Nursî, Urfa ufuklarında gurup etme hazırlığı içindeydi.
Birazdan Isparta’dan ayrılacaktı. Vefalı ev sahibi Fitnat Hanım’la vedalaşıyordu:
“Hemşirem, Allah’a ısmarladık. Bana dua et, çok rahatsızım…”
Fitnat Hanım, geride kalan Tahiri Mutlu’ya gözlerinden yaşlar dökülürken, “Bu sefer ben Üstad’dan şüphelendim. Vallahi yerini aramaya gidiyor” derken, gelmekte olan büyük bir acı tufanını haber veriyordu.
Yağmur başlamıştı, sema ağlıyordu hüngür hüngür… Isparta ağlıyor, Barla ağlıyor, Çam Dağı ağlıyor, ağlıyordu her şey aziz misafirin ardından. Bir elîm ayrılıktı yaşanan…
Polisler evi basmış, evde nöbetçi kalan Tahiri Mutlu’yu Emniyet Müdürlüğüne götürmüşler, “Said Nursî nereye gitti?” sorgusuna çekmişler, saatlerce. Telgraflar, telefonlar panik içinde… Ebediyet yolcusunu geri döndürme çabaları, anlamsız çırpınışları yaşıyorlardı; bir daha da yaşamayacaklardı.
İşte gidiyordu… Memleketi karıştırmadı, ıslah etti; yıkmadı, tamir etti. Asayişin, emniyetin muhafızı binlerce (şimdi milyonlarca) münevver insan yetiştirdi. İsyanları bastırdı, akacak kandan sellere “hayır!” dedi, birlik ve beraberliği ders verdi, ihtilâfa yaşama hakkı tanımadı. İftiralar, hakaretler, yalan propagandalar nerede? Hepsi yerin dibine battı… İşte sessiz sedasız gidiyor, hiçbir zaman gözünün ucuyla dahi bakmadığı dünyayı da, saltanatı da, siyaseti de arkasına atarak. Heyhat yine de hükümet peşinde, yine de emniyet arkasında. Evham yine Ağrı Dağı’nı aşmış…
Urfa istikametli araba, Eğridir’den geçerken semanın hüznü bir kat daha artıyor, yağmur çok şiddetli… Eğridir Polis Karakolunun önünden geçerken, yağmurun şiddetinden içeri giren polisler Üstadın arabasını görememişlerdi.
Şarkikaraağaç’a varmadan arabanın plâkası çamurla kapanıyor, tanınmasın diye. Şarkikaraağaç’ı biraz geçince Bediüzzaman biraz iyileşir gibi oluyor, bir çeşmeden abdest alıp, bir taşın üzerinde öğle namazını kılıyor. Henüz Konya’ya gelmeden evradlarını, dualarını bitirmişken, hastalık yeniden kendini gösteriyor, Bediüzzaman konuşamayacak derecede ağır hastadır.
Konya’ya yaklaşırken iftar vakti de yaklaşmıştı. Bir bakkaldan zeytin ve peynir alınır ama nafile. Şiddetli bir hastalığın pençesinde olan vücudun sahibi, “Evlâtlarım ben çok hastayım, benim yerime siz yiyin” diyordu.
“Nurcuların kökünü kazıyacağım!” diyen bedbaht bir valinin idare ettiği Konya’dan geçerken, hava sahifesine Ayet-el Kürsüler yazılıyordu, Zübeyir Gündüzalp, Bayram Yüksel ve Hüsnü Bayram’ın nefesleriyle.
Ve Bediüzzaman endişe içindeki talebelerini ferahlandırır, tekrar tekrar söylediği şu sözleriyle: “Evlâtlarım siz hiç merak etmeyiniz. Risale-i Nur; dinsizlerin, masonların belini kırmıştır. Risale-i Nur daima galiptir. Siz hiç merak etmeyin…”
21 Mart Pazartesi. Sabahın erken saatleri, saat 07.30.
Bediüzzaman Gaziantep’te. Bütün Anadolu’da olduğu gibi, Gaziantep’te de gökten çamur yağıyor, adeta semavat kanlı gözyaşlarını döküyordu. Ayrılığın acısı kaplamıştı her yanı, Bediüzzaman’ın vedası ciğerlerini sızlatmıştı kâinatın. Ayetin işaretiyle sabittir ki; ehl-i imanın dünyadan gitmesiyle, semavat ve zemin onun üstüne ağlardı. Giden ehl-i imanın imamı, ahir zamanın müceddidi, kıyamete kadar gelecek asırların ıslah edicisi Bediüzzaman’dı ve mevcudat matem tutuyor, çamur yağıyordu Anadolu’ya…
Nihayet saat 11.00’de menzile varmıştı, Halilürrahman’ın manevi huzurundaydı artık. Urfa’dan çıkacaktı ebedi yolculuğuna, Urfa’dan Hakka yürüyecek, Urfa’dan geçecekti vuslat iklimine.
Ve Bediüzzaman, talebesi Abdullah Yeğin’in tavsiyesiyle İpek Palas Otelindedir. Üçüncü kat, 27 numaralı odada, bir otelde son günlerini yaşayacaktır. Etrafında Avrupa’dan getirtilmiş doktorlar yok, son sistem cihazlarla donatılmış bir uçakla modern bir hastaneye sevkini de beklemiyor. Dinsizliğin kudurduğu, bütün yeryüzüne kan kusturduğu bir zamanda geldi, bir talebesinin “Biz yazıyoruz, biz okuyoruz. Üstad bu zahmeti niye çekiyor?” diye düşündüğünü hissedip, “Kardaşım ben bunları dünyaya okutturacağım!” diyerek dağlarda, kırlarda yazdığı Risale-i Nurlarla küfrün belini kırdı; herkesin “Bundan daha beteri olmaz!” dediği kıyametin kopmasının beklendiği karanlık devirde, çoraklaşmış gönüllere ümit tohumları ekti; Nurlu eserlerinde dünyayı dahi cennete çevirmenin sırlarını açıkladı, insanlığı bunalımdan kurtardı; iman hakikatlerine, görürcesine iman ettirecek tesirde delilli, burhanlı, iki kere iki dört katiyyetinde iman derslerini neşretti, milyarlar sene olan ebedi hayatların kaybedilmesine mani oldu, her talebesine cennetin anahtarı olan tahkiki imanı verdi; Allah, Peygamber, Âhiret imanını kalplere nakış nakış işlediği gibi vatan, millet sevdalısı tertemiz bir nesil yetiştirdi… Ve bu memleket için bir güneş olan Bediüzzaman bir otel odasında batmayı bekliyordu. Avuçlarımıza kanlı yaşlar döküp, ağlasak israf olmaz…
Ne tarif edilmez bir garipliktir ki, âhiret semasına şahlanmış vücudunu yere çekiştirme, incitme faaliyetleri had safhada… Otele hemen iki sivil polis memuru gelir “Şoför nerede? Hazırlanın gideceksiniz!” diyen. Ardından on-on bir polis memuru daha gelir ve bir kısmı Bediüzzaman’ın odasına girerek şu tebliğatta bulunur: “İçişleri Bakanı Namık Gedik’in emri var. Derhal Isparta’ya dönmeniz lâzım!”
Bediüzzaman bu tavır karşısında şaşkındır, der ki: “Acayip! Ben buraya ölmeye gelmişim, belki de öleceğim. Siz benim halimi görüyorsunuz, siz beni müdafaa edin…”
Zübeyir Gündüzalp ve Hüsnü Bayram emniyete götürülmüş ve sorgu-sual başlamış, sorulanlara Zübeyir Gündüzalp cevap vermektedir:
“Niçin geldiniz buraya? Kimden izin aldınız?
“Biz Üstadımıza tabiiyiz. Biz taş gibiyiz, camidiz. Üstad vurur, biz yuvarlanır gideriz. O nereye derse biz o tarafa gideriz.”
“Yaman Üstadınız var. Ona söyleyin, yukarıdan, vekâletten kat’i emir var. Hemen Urfa’dan çıkacaksınız. Doğru geldiğiniz yere. Kendi arabanızla gidemezseniz, size ambulans vereceğiz!”
“Efendim! Hastalığı şiddetlidir. Tekrar 24 saatlik yol zahmetine katlanması imkânsızdır. Biz Üstadımıza müdahale edemeyiz, zaten bitkin haldedir.”
“Buraya nasıl kalkıp geldiyse, öyle gidecek. Bizzat Vekil Bey’den gelen emir kat’idir. Hemen Urfa’dan çıkacaksınız!”
“Biz hiç müdahale edemeyiz. Gelin siz söyleyin. Durumu arz edin. Bize ‘gidelim’ derse biz de gideriz. Biz kendisine hiçbir şey söyleyemeyiz. Sizin emrinizi de biz Ona tebliğ edemeyiz.”
Emniyet Müdürü ve memurlar hiddete gelmiş; “Ne demek öyle? Siz Ona en küçük bir şey de mi söyleyemezsiniz?” diye bağırıyorlar.
“Evet efendim, söyleyemeyiz. Üstadımız ne derse harfiyyen yaparız.”
“Ben amirlerime bağlıyım. Derhal iki saat içinde burayı terk edeceksiniz, doğru Isparta’ya gideceksiniz.”
Bu sırada Emniyet Müdürlüğüne koşa koşa gelen biri var. D.P. İl Başkanı Mehmet Hatipoğlu’dur o kişi. Bediüzzaman’ın Urfa’dan çıkarılacağı haberini alınca soluğu Emniyet müdürünün yanında alır ve çok sert konuşur:
“Ne oluyor? Eğer Bediüzzaman Hazretleri’ni buradan bir yere çıkarırsanız, karşınızda beni bulursunuz. Bir kılına halel gelmeyeceği gibi, buradan bir adım bile attıramazsınız. O bizim misafirimizdir.”
“Efendim, üstten, vekâletten emir var, derhal geldiği yere dönecek.”
“Nasıl döner yahu? Adamcağız şiddetli hasta, kıpırdanacak halde değil. Çok muhterem bir Zâttır. Misafir olarak buraya gelmiş, Tanrı misafiridir. Bu kadar tazyike lüzum yok.”
“Efendim! Ankara’dan gelen emir çok şiddetlidir ve kat’idir. Derhal dönmesi icap eder.”
Sinirlerine hâkim olamayan Mehmet Hatipoğlu galeyana gelmiştir, tabancasını masaya dayar…
Otel çevresinde de tansiyon oldukça yüksektir. 5.000 kişi Bediüzzaman’ın Urfa’dan gönderilmesine mani olmak için toplanmıştır. Mehmet Hatipoğlu, seyahate mani hastalığı olduğuna dair rapor vermesi için, hükümet doktorunu otele getirir, Bediüzzaman’ı muayene eden doktor şöyle der: “Siz ne cesaretle buraya geldiniz? 40 derece ateşi var. Yarın 09.00’da gelin, bu Zâta heyet raporu verelim. Bu haliyle bir yere gidemez!”
22 Mart 1960. Bediüzzaman artık son nefeslerini tüketmektedir. Hal böyleyken Emniyet Müdürü bizzat gelerek; “Yukarıdan kat’i emir var, mutlaka Isparta’ya dönmeniz icap eder” diye tebliğatta bulununca, Bediüzzaman şu cevabı verir: “Ben şimdi hayatımın son dakikalarını geçiriyorum. Belki de burada öleceğim. Siz benim suyumu hazırlamakla mükellefsiniz. Amirlerinize bildiriniz.”
Emniyet Amiri ve polisler gayelerine ulaşamamanın verdiği rahatsızlıkla oteli terk ederlerken, aynı gün Urfa’dan Ankara’ya yağmur gibi telgraf yağıyordu, Bediüzzaman Urfa’dan çıkarılmasın diye. Ve sevenleri akşama kadar ziyaretine geliyor, uzun kuyruklar oluşuyor, 27 numaralı odanın önünde. Üstad hepsini sırayla kabul ediyor, adeta âlem-i İslâm namına onlarla vedalaşır gibi…
Güneş batmıştı gece yarısı olmuştu... Saat, 03.00 sahur vakti…
Otel odasında bir güneş battı…
Güneşin imrendiği, gönülleri, yüreklerin derinliklerini, duyguları aydınlatan bir güneş battı…
Güneşin ışıktan ellerinin ulaşamadığı, cehalet karanlığını yok eden güneş battı…
Güneşin uzanamadığı, küfür karanlığını öldüren güneş battı…
Ne kadar karanlık varsa kan ağlatan, hatta şeytan denilen karanlığı da “Eynel mefer-nereye kaçayım” dedirten güneş battı…
Güneş, Onun kadar yakamadı gönül evlerini…
Güneş, tutuşturamadı aşk ateşini… O güneş gibi…
O güneş şefkat şuasıyla boyadı baktığı, dokunduğu her şeyi…
O güneşin karşısında buzdan dağlar eridi; bir bakışı, bir sözü, bir ışığıyla…
Güneşin imrendiği, belki de tebrik ettiği o güneş; Urfa’da İpek Palas Otelinde 27 numaralı odada battı…
“Hoş geldin, safa geldin, diyeceğim” dediği Azrail’in refakatinde ruhu ebed âlemlerine kanat çırptı Bediüzzaman Said Nursî’nin. Tarih: 23 Mart 1960 Çarşamba.
Artık mahpus değil, sürgün değil, vuslat iklimine geçti, huzur âlemine gitti… Ama Nur’unu götürmedi giderken. Risale-i Nuru bıraktı bizlere…
Otel odasında batan o güneş, ebedi âlemde, Güneşler Güneşi Hz.Muhammed’in (a.s.m.) şefaatine mazhar olmamız için Kur’an Güneşinin ışığını bıraktı; başka da bir şey bırakmadı…
Bediüzzaman Said Nursî’nin ruhu için el-fatiha…