Seksen yıla varan baskıcı yönetim tortularını on yıla sığdıran bir mıntıka temizliği, bazı çevrelerde hazmedilemedi. Ne var ki, değişimin yaşattığı şoklar, genelde psikolojik gerilim boyutlarında kaldı. Tepkiler, tahriklere rağmen kitlesel ve eylemli yaygın tepkiye dönüşmedi. Çünkü toplumun önemli bir kesiminde, bu değişimin yaşanması ve vesayetin sona ermesi yönünde güçlü bir arzu ve inanç vardı. Bu yüzden anayasal ve yasal düzenlemeler, demokratik süreçte kayda değer bir sancıya yol açmadığı gibi toplum geneline kabul gören bir seyir izledi.
Toplum sağduyusunun demokrasi paydasında buluşması, yaşanan siyasal dönüşümü en az hasarla atlatmanın vesilesi oldu. Bu derece etkili bir değişime hazımsızlığın ciddi toplumsal gerilim ve kırılmalara yol açması beklenebilirdi, fakat öyle olmadı. Her değişim, vakti gelmiş bir beklenti olarak çok doğal karşılandı. Bu fiili sonuç karşısında birilerinin kaybetme duygusundan kaynaklanan öfkesi, diğerlerinin hakkı olduğuna inandığı kazanımlara doymayan özgürleşme ihtiyacı, toplumda, psikolojik gerilimlere kaynaklık etti ve hala ediyor. Demokratikleşme karşısında, statüsünü kaybettiğine inananlar, kendi yöntemlerine döndüler, yani toplumsal kaos arayışına girdiler. Bu kaos arayışından hala vazgeçmiş değiller.
Siyasi ve ekonomik alanda yaşadığımız değişim ve kazanımlara önderlik edenlerin bu süreci yönetmedeki tarihi rolleri kadar, sorumlulukları da göz ardı edilemez. Ekonominin dibe vurduğu 2001 krizinden sonra ülke yönetimi için göreve talip olan kadroların topluma güven ve cesaret veren bazı söylemleri vardı. Ülkeyi “ortak akıl” ile yönetme ilkesi bunların başında geliyordu ve çok önemli bir taahhüt idi. Yeni siyasi kadroya verilen toplumsal destekte, bu taahhüdün katkısı, sanıldığından büyüktür. Ortak akılla yönetmenin kuvveden fiile çıktığı ve belirtilerinin görüldüğü dönemlerde, her alanda kayda değer kazanımlar sağlandı. Arka arkaya gelen seçim başarıları da bunu teyit etti. Uluslararası krizlerden etkilenmeyen bir yönetim becerisi sergilendi. Bugünlere böyle bir anlayışın bereketiyle gelindiğine inanıyorum.
Demokrasisi lider karizmasına mahkum olmayan, işlerini ortak ve istişari akla dayandıran bir yönetim anlayışı, her zamanın genel geçer ilkesidir. Geleceğine güvenle baktığımız bir demokrasi için bugün de aynı anlayışın korunması gerekiyor. ”Şahs-ı manevinin metin ve muktedir olduğu” ilkesine, en fazla ihtiyaç duyulması gereken alanlardan birisi, şüphesiz siyaset alanıdır. Zira yönetim yükü, kolektif bir sorumlulukla daha kolay taşınabilir. Geçen asrın ilk yıllarında, monarşik yönetim geleneğinden gelen bir toplum için, kişi odaklı yönetim anlayışının doğru olmadığı ve terk edilmesi gerektiği görüşü, toplum için orijinal bir yeniliğe sahipti.
Bediüzzaman bu görüşünü, II. Abdülhamit’e söylemek ihtiyacını duydu ve söyledi. Devlet yönetiminin artık tek kişi ile üstesinden gelinemeyecek kadar genişlik ve derinlik kazandığını, bu sebeple yönetimin parlamenter yöntemlerle yetkili kurullar eliyle icrası gerektiğini, Padişah’ın dikkatine verdi. Fakat Padişahı, “veli” ve “şefkatli Sultan” diyecek kadar kişisel meziyetiyle takdir etmekten de kaçınmadı. (O’nun bu tavrını, “Padişah’a karşı çıkmak” olarak değerlendiren bazı yaklaşımların bilgisizlikten kaynaklanan maksatlı bir istismar olduğu burada kaydedilmelidir.)
Bu ikazıyla Bediüzzaman, muhatabı padişah da olsa, hakkın hatırını gütmüş, kısaca sivil, özgür, katılımcı ve çoğulcu bir yönetim modelinin zaruretine işaret etmişti. Bu öngörü, Osmanlı’nın son yıllarıyla Cumhuriyet döneminde uzun yıllar hiç ciddiye alınmadı. Buna ihtiyaç duyanlar ise, 2000’li yıllara kadar etkili olamadı.
Muhalefet ve bazı sivil toplum çevreleri, son yıllarda özgür toplum temelinde sağlanan radikal kazanımları adeta yok farz ederek, sayın Başbakan’ın şahsında, “otoriterleşme” iddialarını ısrarla gündemde tutmaya çalışıyor. Toplumun sağduyusu şu ana kadar, öğretilmiş algı operasyonlarına rağmen bu spekülasyonlara prim vermedi. Fakat bu iddialar, küçümsenerek yokluğa mahkum edilmemeli ve nereden kaynaklandığı mutlaka irdelenmelidir. Herkes kendi payına sonuç çıkarmalıdır. Siyaset ve medya alanında, küfür ve hakarete varan saldırgan ve aşağılayıcı bir üslup, toplumsal bir zaafımız olarak görünüyor. Öfke yüklü agresif bir siyaset dili, ne yazık ki, alan buluyor. Bu üslubu önce, tuzak bir strateji olarak benimsediği anlaşılan muhalefet tetikliyor, iktidar ise, savunma refleksiyle aynı yöntemi kullanıyor. Öfke dili, iletişim aracına dönüşmüş bulunuyor. Gerçeği söylemek gerekirse, kimse masum değil. Herkesin ve bilhassa sorumluların daha kontrollü olması gerekiyor.
“İşlerin istişare ile” yani ortak akılla yönetilmediğine ve tek adam figürüne yapılan hakaret boyutundaki vurgular, otoriterleşmenin delili gibi sunuluyor. Bu ise, karşılıklı agresif üslubu besliyor. Siyaset, çok ama çok keskin hatlarıyla çatışmacı bir diyalog zemininde yapılıyor. Kitleleri, kendi etrafında blok halde tutmasının yolu ve yöntemi bu olamaz ve olmamalı. Parlamenter bir yapıda, agresif üsluba en az ihtiyaç duyması gereken iktidardır. Benimsenecek üslubun dozu, iktidar olmanın avantajıyla toplumsal gerilimi en aza indirme yönünde etkili bir araç olarak kullanılabilmelidir. Böyle bir süreçten geçtiğimiz görülmelidir. Kurumsal muhalefet, siyaset üretip varlık gösteremeyince, yetersizliğini öfke yüklü galiz ifadelerle kapatmaya çalışıyor. Toplumsal muhalefet ise, öfkesini sokağa taşıyor. Unutulmamalıdır ki, “öfke acizden gelir.” Bu şartlarda sekiz seçim kazanmış bir iktidara yakışan, gerilimci ve kavgacı bir üsluba prim vermemektir. Söz düellosundaki üslup sertliğini, otoriterleşme olarak pazarlamaya teşne uyanık çevreler var. Hiç etkili olmadıkları da söylenemez. Hani Şeyh Edebali ne demişti: “Bölmek bize, bütünlemek sana; öfke bize, sakinleştirmek sana.” Bu nasihata, biraz kulak vermenin zamanı olsa gerek.