Mehmet Ali Akten: “Otuzuncu Sözde izahı yapılan ‘Ene’, İkinci makamında geçen ‘Tahavvülât-ı Zerrât’, ‘İmam-ı Mübîn’, ‘Kitâb-ı Mübîn’, ‘Levh-i Mahv’, ‘Levh-i Mahfuz-u Azam’ terimleri ile Üçüncü Noktada geçen ‘Yedi Kânûnu’ açar mısınız?”
Peygamberler beşeriyetin ahsen-i takvîm sûretini korumaları için birer rehber hüviyetindedirler. Kulun ilâhlık dâvâ etmesi esfel-i sâfilînde olduğunun göstergesi; kulluk sıfatını benimsemesi ise, ahsen-i takvîm üzere oluşunun alâmetidir. Çünkü insan—hâşâ—bir rab değil; Allah’ın kuludur. Allah’ın kulu olduğunu idrâk ettiğinde kâinât üstünde bir kıymeti hâiz bulunan insan, rablik dâvâ ettiğinde aşağıların aşağısına inmektedir.
Allah nasıl tanınır? Allah bütün sıfatlarıyla mutlak, bütün sıfatlarıyla muhît, yani kâinâtı kuşatmış, bütün sıfatlarıyla hudutsuz ve nihâyetsiz, bütün sıfatlarıyla kayıtsız ve sonsuz! Allah’a şekil verilmez, sûret biçilmez, kayıtsız, sınırsız ve her şeyi kuşatan olduğundan belirleyici bir hüküm konulmaz, mâhiyetinin ne olduğu anlaşılmaz. Meselâ karanlık olmasaydı dâimî bir ışığı fark edebilir miydik? Ne zaman vehmî bir karanlık ile ışığa bir hat çekersek, işte o zaman ışığın keyfiyetini birazcık kavrama imkânımız olur.
İşte kulluk içindeki ene, kendisine verilen vehmî ölçücüklerle Kâinât Sultan’ını sıfatlarıyla, isimleriyle ve sermedî halleriyle tanıma imkânı elde eder. Eğer ene cüz’î bir ilim sahibi olmasaydı, Kâinât Sultân’ının Alîm olduğunu bilemezdi. Eğer ene cüz’î bir kudret sahibi olmasaydı, Kâinât Sultân’ının Kadîr olduğunu; cüz’î bir şefkat sahibi olmasaydı, Kâinât Sultân’ının Rahîm olduğunu; cüz’î bir hikmet sahibi olmasaydı, Kâinât Sultân’ının Hakîm olduğunu... ve hâkezâ bilemezdi.
Allah’ın; her şeyi kuşatmış olan, sonsuz, kayıtsız, hudutsuz, şeriksiz, eşsiz ve benzersiz isim ve sıfatlarını tanımak ve kavramak için ene’ye birer anahtar koymak gerekiyordu. Tâ ki ene, bu anahtarlar mârifetiyle birer gizli hazîne olan Allah’ın isimlerini tanıyabilsin ve kâinatın kapalı sırlarını açabilsin. Ama ene kendisi de bir muammâ, kendisi de hayret verici bir tılsımdır.
Öte yandan, böyle bir anahtar hakîkî olmamalı; gâyet vehmî ve farazî bir hat olmalıdır. Çünkü ene’nin hakîkî mâlikiyet dâvâ etmemesi için varlığının vehmî ve farazî olması; Allah’ın varlığından bîhaber kalmaması için de varlığının bir anahtar ve vâhid-i kıyâsî hükmünde bulunması gerekir.
Bu mes’eleyi On Birinci Söz’de de ele alan Üstad Bedîüzzaman, ene’nin bire bir ölçü ile kendisinde bir hayâlî mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur ettiğini; kudretine, mâlikiyetine, ilmine ve sâir sıfatlarına bir sınır çizdiğini, sonsuz ve sınırsız İlâhî isim ve sıfatları ancak bu hayâlî ölçülerle ve sınırlarla tanıyabildiğini kaydeder. Bu mevhum hadlerle ene, “Buraya kadar benim; ondan sonrası O’nundur” diye bir taksimat yapar. Kendindeki mevhum ölçücükler ile Allah’ın sonsuz ve sınırsız sıfatlarını anlar. Cüz’î ilmiyle Allah’ın sınırsız İlmini; küçük san'atçığıyla Allah’ın sonsuz San'atını, zâhirî mâlikiyetiyle Allah’ın hakîkî Mâlikiyetini ve hâkezâ, binler sırlı haller, sıfatlar ve hislerle ene bir anahtar gibi Hâlık’ının isimlerini, sıfatlarını ve hallerini tanıma imkânı elde eder.
Ene bu cihetle yalnız hayra ve vücuda bakar. Yalnız feyze kâbildir. Vereni kabul eder. Kendi îcad edemez. Fâil değildir. Mâhiyeti harfiyedir; yani Allah’ın varlığını bildirir. Rubûbiyeti ve mâlikiyeti hayâliyedir. Vücudu o kadar zayıf ve incedir ki, bizzat kendinde hiçbir şeye tahammülü yoktur. Bu sıfatlarıyla ene, ancak ve ancak Allah’ın kayıtsız, sınırsız ve sonsuz sıfatlarını bildiren bir mîzan ve ölçücük olur.
Mâhiyetini bu tarzda bilen ene, “Nefsini günahlardan arındıran kurtuluşa ermiştir” 1 müjdesine nâil olur. Emâneti bihakkın edâ eder. Kâinâtın ne olduğunu ve ne vazîfe gördüğünü görür ve idrâk eder.
Son olarak, mevhum rubûbiyetini ve farazî mâlikiyetini de terk etmeye râzı olan ene, “Mülk O’nun, Hamd O’nun, Hüküm O’nundur; ve O’na döndürüleceksin” der, hakîkî kulluk hâlini takınır ve Allah’ın izniyle, yaratıldığı biçim ve şekle lâyık olarak ahsen-i takvîm makâmına çıkar.2
Bedîüzzaman Hazretleri İkinci Maksad’ı da “Tahavvülât-ı Zerrât”a tahsis eder. Tahavvülât-ı Zerrât, kısaca, Allah’ın “Muhavvil” isminin tecellîsiyle kâinâttaki zerrelerin baş döndürücü derecede hareket içinde olmaları demektir.
Zerrelerin hareketlerini ve değişimlerini ifâde eden “Tahavvülât-ı Zerrât”, İmam-ı Mübîn, Kitâb-ı Mübîn, Levh-i Mahv, İspat ve Levh-i Mahfuz-u Azam gibi kâinâtı ilgilendiren önemli kavramların izahı için de önemli bir mihenk teşkil eder.
Zerre, bilindiği gibi, kimyâ ilminin “atom” dediği, kâinâtın maddî plânda en küçük yapı taşıdır. Atom, baş döndürücü hareketiyle kâinâtın var oluş sırrını mâhiyetinde barındırmaktadır. Üstad Bedîüzzaman’a göre atomların hareketleri, Allah’ın kudret kaleminin kâinât kitabına yaratılış âyetlerini yazarken çıkardığı titreşim ve cızırtıdan başka bir şey değildir. Gayb âleminden olan her şeyin geçmiş aslında ve gelecek neslindeki intizamlara kaynaklık edecek derecede Allah’ın emirlerinin imlâsından ve yazılımından gelen hareketler ve heyecânlar, atomları sür’atle dönmeye ve titreşime sevk etmektedir.3
Ene’nin, insanın mânevî varlığının en küçük yapı taşı; atomun da kâinâtın ve insanın maddî varlığının en küçük yapı taşı olduğunu dikkatimizden uzak tutmamalıyız. Ene bir “elif” olarak Otuzuncu Söz’ün Birinci Maksad’ında; atom da bir “nokta” olarak aynı Söz’ün İkinci Maksad’ında ele alınmış, Kur’ân-ı Hakîm’in âyetleriyle kâinâtın tılsımı ve var oluşun gizli sırları her iki bahiste farklı açılardan incelenmiş ve keşfedilmiştir.
Yarın inşallah devam edelim.
Dipnotlar:
1- Şems Sûresi, 91/9. 2- Sözler, S. 496, 118. 3- Sözler, s. 505.
Yeni Asya