Özgürlüklerin Kapsam Alanı:
Önceki yazımızda özgürlüğün değişik yönlerine ve gerçek anlamından kaydırıldığına işaret etmiştik. Bu yazımızda ise, kendi kapsam alanı çerçevesinde olması gereken özgürlerin bazı özelliklerinden söz edeceğiz:
Özgürlüklerin kapsam alanı, meşruiyet sınırları içerisindeki dairedir. Genel anlamda meşruiyet dairesinin üç sınırı vardır.
Birincisi: Allah’ın çizdiği sınırlar: “İşte bunlar Allah’ın tayin ettiği sınırlardır ki sakın onları aşmayasınız, Her kim Allah’ın hudutlarını aşarsa işte onlar zalimlerin ta kendileridir”(Bakara:229) mealindeki ayet ve benzerlerinde, bu ilahî sınırlara dikkat çekilmiştir.
İkincisi: İnsan hak ve hukukunun çizdiği sınırlar.
“Dinde zorlama yoktur. Doğru yol, sapıklıktan, hak batıldan ayrılıp belli olmuştur. Artık kim tağutu(haddini aşan azgınları) reddedip Allah’a iman ederse, işte o, kopması mümkün olmayan en sağlam tutamağa yapışmıştır. Allah her şeyi işitir, bilir”(Bakara:256)mealindeki ayette insanları kaba kuvvetle değil, ilmi olarak delillerle ikna etmenin gereğine işaret edilmiştir. Aşağıdaki ayetlerde de din-vicdan hürriyetine özel vurgu yapılmıştır:
“İşte böyle... Sen insanları irşada devam et! Zaten senin görevin sadece irşad edip düşündürmektir. Yoksa sen kimseyi zorlayacak değilsin.”(Ğaşiye:21-22).
“Eğer Senin Rabbin dileseydi, dünyada ne kadar insan varsa hepsi imana gelirdi. Ama bunu irade etmedi. Şimdi sen mi, imana gelsinler diye insanları zorlayacaksın?”(Yunus:99)
Zorlamayı yasaklayan Allah, şu ayette vurgulandığı üzere, insanlara zor kullananları, zulmedenleri de şiddetle uyarmıştır:
“Bir de sakın zulmedenlere meyletmeyin, sempati duymayın. Yoksa size ateş dokunur. Aslında sizin Allah’tan başka yardımcınız yoktur. Sonra O’ndan da yardım görmezsiniz”(Hud:113)
Üçüncüsü: İnsan fıtratının çizdiği sınırlar.
“O halde sen, batıl dinlerden uzaklaşarak yüzünü ve özünü, hak din olan İslâm’a yönelt. Yani Allah’ın insanları yaratmasında esas kıldığı o fıtrata uygun hareket et. Allah’ın bu hilkatini kimse değiştiremez. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların ekserisi bunu bilmezler”(Rum :30) mealindeki ayette, Allah’ın kevnî ayetleri olan insan fıtratının arzu ve istekleri ile, vahyin ayetleri olan Kur’an’ın hükümleri arasında tam bir uyum olduğuna vurgu yapılmıştır.
Bu sınırlardan birini ihlal eden bir özgürlük sahibi, özgür olmaktan çıkıp, nefis ve şeytanın esareti altına girmiş olur.
-Aklı, heva ve hevesin emrine vermek; kalbi, kör hissiyatın kumandasına vermek, vicdanı, cüzdanın himayesine vermek, ruhun ulvi hissiyatını, nefsin süfli isteklerine tâbi kılmak büyük bir zulümdür. İnsan hak ve hukukunu zalim bir ferdin veya bir zümrenin istibdadına terk etmek, koyun sürüsünün başına aç bir canavarı çoban tayin etmekle eşdeğerdir. Aynen bunun gibi, akıl, gönül, vicdan gibi insandaki ulvi-ruhanî erdemleri, heva-heves, hayvani dürtüler, kör hissiyat gibi, süfli-nefsani unsurların himayesine vermek de kuzuyu kurda yedirmek türünden büyük bir zulümdür. Mazlumun hakkını zalime yedirmektir.
Akl-ı selimin, kalbin, vicdanın hürriyetini kısıtlamak zulümdür
Burada, Bediüzzaman hazretlerinin müminler arasındaki hukukun korunması için verdiği “Gemi” misalini konumuz için de verebiliriz(bk.Metubat, 253).
Mesela; sen bir gemide bulunsan, seninle beraber dokuz masum ile bir cani var. O gemiyi batırmaya çalışan bir adamın, ne derece zulmettiğini bilirsin. Ve zalimliğini, semalara işittirecek derecede bağıracaksın. Hatta bir tek masum, dokuz cani olsa; yine o gemi hiç bir kanun-u adaletle batırılmaz.
Aynen bunun gibi, insanın fıtratında yer alan akıl, kalb, vicdan gibi birçok masum ve değerli erdemlerin mekanizmaları, şeytanın kumandasındaki nefsanî dürtüler tarafından talan edilmesine, onların “ahsen-i takvim” kulesinin başından alınıp yerin dibine batırılmasına göz yummak elbette büyük bir zulümdür. İnsanlık şerefinin şerefesinde yer alan bu pek saygın ve hürriyet aşığı erdemleri, nefis ve şeytanın emrine vermek, onlara esir etmek zulümlerin en alçağıdır.
Ben ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam
Hayatı boyunca hürriyet mefkûresine ilan-ı aşk eden ve zalimlere karşı“Ben ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam”(Emirdağı lahikası-1, 19)diyerek haykıran Bediüzzaman hazretlerine göre, insanlardaki erdemler, fazilet mekanizmaları özgürce hareket etmediği sürece insan özgür olamaz. Çünkü insanların özgürce yapılan bir yarışma alanında farklı derece alarak farklı konumlara yerleşmeleri, ancak hakiki imanlı faziletle tahakkuk eder. İnsanlardan fazilet hissini kaldırmak, ancak insanlık mahiyetini değiştirmek, aklını söndürmek, kalbini öldürmek, ruhunu mahvetmekle mümkündür(Lemalar,171).
Ona göre, “Hürriyet Rahman olan Allah’ın bir hediyesidir. Çünkü hürriyet imanın bir özelliğidir” (Münazarat, s. 238). “İnsanlar hür oldular amma yine abdullahtırlar/Allah’ın kullarıdırlar”(Divan-ı Harb-i Örfi, 58 ).
Gerçekten İmanla cihazlanmayan bir hürriyette, kişi nefsinin azat kabul etmez kölesi haline gelir. Hakiki mümin ne başkasına, ne de kendisine zulmetmez. Kendi nefsine veya başkasına zulmeden hür değil, olsa olsa nefsin ve şeytanın kulu-kölesidir.
Akıl ve idrak olduğu sürece, insandan hürriyet duygusunu çıkarıp atmanın mümkün olmadığını belirten şair, bu gerçeği ne güzel seslendirmiştir:
“Ne mümkün zulm ile bîdâd ile imha-yı hürriyet;
Çalış idraki kaldır, muktedirsen âdemiyetten.”
Bediüzzaman hazretleri de vicdan ile kalbin hürriyetle olan ilişkisini –yukarıdaki manzumeye tanzir yoluyla- şöyle seslendirmiştir:
“Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile, imha-yı hakikat;
Çalış kalbi kaldır, muktedirsen âdemiyetten.
Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile, imha-yı fazilet;
Çalış vicdanı kaldır, muktedirsen âdemiyetten”(Lemalar, 171).
İnsanın değerini insana bildiren, insanı insana kul olmaktan kurtarıp Allah’a kul olmanın şerefine ulaştıran İslam dininin, kendi mensuplarına kazandırdığı hakiki hürriyetin bir örneğini basit bir askerde görmek mümkündür. İşte Rib’î b.Amir!
İslam ordusu İran’ın içlerine doğru giderken, meşhur İranlı komutan Rüstem-i Zal, Müslümanlarla barış yapmak için başkomutan Sad b. Ebi Vakkas’a bir elçi gönderir. Yapılan istişarenin sonunda Ribî b. Amir bu iş için seçilir. Temsilci Rüstem’in huzuruna çıktığında, ona “Sizi buraya kadar gelmeye iten sebep nedir?” diye sorar. Bir komutan olmayan, sade normal bir asker olan Rib’î b. Amir’in bu soruya verdiği cevap gerçekten İslam’ın, mensuplarının gönüllerine özgürlüğü nedenli kuvvetli bir şekilde nakşettiğini göstermesi bakımından çok önemlidir. Tarihi cevabı çok kısadır, ama çok anlamlıdır:
“Allah biz Müslümanları-insanlığa birer muallim olarak- göndermiş ki, insanları insanların kulluğundan kurtarıp, yalnız kulların rabbine kul olmalarını sağlayalım, onları batıl dinlerin / ideolojilerin zulmünden İslam’ın adaletine kavuşturalım ve dünyanın darlığından çıkarıp dünya ve ahretin genişliğine ulaştıralım”(İbn Kesir,el- Bidaye ve’n-Nihaye,7/39).
İlmi- irfanı hür, aklı -idraki hür, fıtratı- vicdanı hür, süruru-şuuru hür, dini-imanı hür, fikri-zikri hür olan; şeytanın tuzağına düşmeyen, nefsin esaretine girmeyen, ne kendine ne de başkasına zara vermeyen, Allah’tan başka kimseye kul olmayan hürriyetperverleri saygıyla selamlıyorum. Ey hakiki kulluk izzetini, nefsin esaret zilletine değişmeyen hürriyet kahramanları! Her iki cihanda da aziz olun!