Özrümün sebebini ve kararımı yazının sonuna sakladım. İsteyen, zahmete girmeden son cümleleri okuyabilir, böylece kendisine ve bana iyilik eder, kendisini uzun bir yazıyla daha meşgul etmemi engelleyerek beni de hakka girmekten alıkoymuş olur.
Yazıyı okumaya göze alanlara ise söyleyeceğim şu.
Son zamanlarda, çoğu iyi niyetli ve temiz yürekli kardeşlerim bana hatırlatıyor: “Risale-i Nûr’u nazara vermek gerekirken, sen kitap yazarak Risale-i Nûr’u gölgede bıraktın.”
Bu cümlenin değişik türevleri de var: “Dikkatleri Risale-i Nûr’a değil de kendi yazılarına çektin. Hazreti Üstad’ın ismini öne çıkarmak yerine kendi isminin reklamını yaptın.” Bu cümlenin beni ve eşimi tahkir eden, sövgüyü ve aşağılama doğuran türevleri de var ne yazık ki: “Kitap pazarlayıcısı, artist, sanayici, demirci vs…”
Baştan söyleyeyim. Aşağıdaki satırlarda mecburen bazı kitaplarımın ismini de vereceğim. Okumaya niyetiniz varsa, reklamlara kanmadan okuyun!
“Risale-i Nûr’u nazara vermek gerekirken, siz bir sürü kitap yazarak Risale-i Nûr’u gölgede bıraktınız” cümlesinin ne demeye geldiğine bir bakalım:
Birincisi: Bunu bana söyleyen kardeşlerimin muhtemel ki evlerinde çok sayıda kitap vardır, Allah kitapsızlıktan korusun! Bu kitaplardan bir kısmı Risale-i Nûr’a muhatap olmayan yazarlar tarafından yazılmış olmalı. Bu kitapların yazarlarının sadece Risale-i Nûr’u nazara vermek, Risale-i Nûr’a gölge etmemek diye bir sorumluluğu olmadığı için kitaplarının makbul olduğunu düşünüyor olmalılar. Ne var ki, benim gibi Risale-i Nûr okuduğu için kitap yazanların kitapları ‘yanlışlıkla’ evde duruyor olmalı… Derhal yakılmalı…
İkincisi: O halde Risale-i Nûr okuyanların hiç kitabı olmamalı, hiç yazarlık yapmamalı. Yapsa da Risale-i Nûr’dan ilhamla yazmamaya azami özen göstermelidir. Risale-i Nûr hiçbir ilhamın kaynağı olmamalı, hiçbir ifadenin nüvesi olmamalı. Zinhar Risale-i Nûr’dan bir başka esere ‘alıntı’ yapılmamalıdır, dipnotlarda adı geçmemeli!
Üçüncüsü: Kanaatimce, Risale-i Nûr başına buyruk kitap değildir. Üstad’ın içi titreyerek ihtimam gösterdiği üzere, Kur’ân’ın dellâlıdır, vahyin tercümanıdır. İslam medeniyetinin birikiminin duru özeti ve berrak kaynağıdır. Dellâl ve tercüman ise, dellallık ve tercümanlık yaptığına gölge olmaz. Saf bir cam gibi ardındakini gösterir. Risale-i Nûr’u bir başka yazının (ve yeterli miktarda olduğunda kitap olabilecek yazıların) kaynağı görmemek, Risale-i Nûr’un Kur’ân’a ve Kur’ânî kaynaklara bakışının bereketini yok saymaya gelir. O halde, Risale-i Nûr okuyucusunun ne bir ayet tefsiri ne bir hadis yorumu ne de bir Arabî ya da Mevlana çıkarımı olmalı… Ne yazık ki ben bunların hepsini yaptım..
Dördüncüsü: Risale-i Nûr klasik tefsirler gibi ayet ayet gitmek yerine, bir ayetle aramızdaki ilişkiyi derinleştirerek diğer ayetleri anlama konusunda bize ‘ev ödevleri’ verir. Risale-i Nûr okuyanlar kitap yazmayacaksa, Kur’ân’a böyle özel ve güzel, sıcak ve yakın muhatap olmanın meyvelerini kim sunacak? Ben ve adını açıklamak istemediğim bazı yazar arkadaşlarım ne yazık ki işgüzarlık yaptık!
Beşincisi: Ailecek yaptığımız en büyük iki cürmü buraya yazıyorum ki, başka türlü hakaret ifadeleri için yorulmasın kardeşlerim. Hazreti Üstad, Yûnus[as] kıssası ile Eyyub[as] kıssasını bir ‘iç aynalama’ olarak anlatır ve önümüze bir kılavuz metin koyar. Bugün dünyaca ünlü psikoloji ekollerinin de hayran olduğu ‘iç dışa dış içe çevrilme’ bakışını keşfeder. Yazık ki ben ve eşim, bazı işbirlikçilerimiz bunu fırsata çevirmişiz. Yüzüm kızararak yazıyorum: Eşim Semine Demirci’nin, Nûr talebeliği bereketiyle yazdığı, 14 yıllık çalışmayla, çoğu kıssayı Birinci ve İkinci Lem’â eksenli yorumladığı Güzelgâh kitabı Risale-i Nûr’a gölge oldu. Şükür ki henüz birinci baskıda şimdilik. Daha vahimi ise bendenizin yaptığı: Bugünlerde büyük bir yüzsüzlükle yeni baskısını hazırladığımız Üç Yusuf Üç Rüya Üç Gömlek adlı, benim içimi dışıma dışımı içime getiren Yûsuf Kıssası yorumu, üst üste yaptığı baskılarla Risale-i Nûr’u koyu bir gölgeye mahkûm etti. Dahası, yazık ki, son on yıldır, çoğu radyoda okunan, benim kaleme aldığım ve seslendirdiğim, beş vaktin anlamını anlatan, gençlere namazı sevdiren, vakti kitaplaştıran şiirsel metinler bir Dokuzuncu Söz istismarı… Birileri bir gün beni epey zengin ve ünlü eden o metinlerin kaynağını fark etmesin diye korkumdan tir tir titredim bugüne kadar. İşte itiraf ettim ve rahatladım.
Altıncısı: “Risale-i Nûr talebesinin kitap yazması Risale-i Nûr’u gölgeliyor” demek, “Risale-i Nûr’a gölge olmasın diye kitap yazmama”yı fazilet saymak, Risale-i Nûr’u ‘Nûr kaynağı’ olarak değil, mat ve ölü bir metin olarak gören bakışı da ele veriyor. Suizannımı bağışlayın. Risale-i Nûr, lafzı tekrarlanmakla yetinilecek bir folklorik hatıra mıdır? Risale-i Nûr, anlamı üzerinde yorum yapılması haram bir ‘yüzünden okuma’ kitabesi midir? Risale-i Nûr, talebesinin yazdığı kitapla gölge altında kalacak kadar sönük ve kırılgan mıdır? Yoksa Risale-i Nûr, muhatabını en güzel şair, kıvrak bir romancı, etkileyici bir denemeci, çok aranan bir konuşmacı yapacak kadar diri ve doğurgan mıdır? Ben, benim gibi haddini bilmezler, ne yazık ki, sonuncusuna inanmışız; aldanmışız.
Yedincisi: Bugünlerde sertçe uyarılıncaya kadar, sanıyordum ki, Risale-i Nûr’un hakikatlerine muhatap olmak, elbette ki mukabele etmeyi de gerektirir. Risale-i Nûr’un dillendirdiği hakikatler öyle heyecan vericidir ki, muhatabı sessiz ve tepkisiz kalamaz. İçindeki sessizliği yırtar, harika fikirler uyandırır. Duran suları akıtır. Risale metni. Beni Emirdağ Lâhikası’nın ‘mutlak vekil’e dair paragrafı ile aydınlatan kardeşlerim, Üstad’ın bizzat teşvik ettiği, hatta Risale’nin içine dâhil ettiği, Barla Lahikası’ndaki, Kastamonu Lahikası’ndaki, Emirdağ Lahikası’ndaki Nûr talebesi mektuplarını, mahkeme savunmalarını ve konferans metinlerini nereye koymak isterler? Bana bu metinler cesaret verdi, affımı istiyorum.
Sekizincisi: Elbette ki ‘mutlak vekil’ konumundaki ağabeylerin ‘Risale-i Nûr’un metni üzerine titremek adına, kitap yazmaması, vekâlet ettiği Risale metni üzerine bir yorum yapmaması, bir ‘ümmilik’ tavrıdır. Ta ki, vekalet ettiği, varisi olduğu metne kendinden bir şey katmadığından emin olunsun. Rahmetli Sungur ağabey başta olmak üzere, Risale-i Nûr’u yorumlayacak herhangi bir şerhe ya da dipnota bile karşı olmaları bu bağlamda makul bir tavırdır. Acilen hatırlatmak isterim ki, ‘mutlak vekil’ adına açılan internet sitelerinin, onun adına yayınlanan lahikaların ve broşürlerin de ‘Risale-i Nûr’a gölge etmesi ihtimaline binaen yayından kaldırılması gerekir. Bunlar çoğaldığında Allah korusun hadsizin biri kitaplaştırmaya kalkar da, Risale-i Nûr gölgelenebilir. Risale-i Nûr’a gölge etmemek ‘mutlak’ görevimizdir.
Dokuzuncusu: Özellikle ‘dokuzuncu’ maddeye soktum bu itirafımı. Zira neredeyse iki yıldır ‘Dokuzuncu’ kelimesini her duyduğumda, içim titriyor, yüzüm kızarıyor, utanıyorum, derin bir pişmanlığa düşüyorum. Az önce de itiraf ettiğim üzere, Dokuzuncu Söz’e yaptığım ihaneti, Nesil Yayınları yönetimini de kandırarak, Zaman Aynası Namaz adı altında geliştirdim ve kitaplaştırdım. Reklamın iyisi kötüsü olmaz, ne edeyim: Bir nevi ‘şerh’ sayma cüretinde bulunduğum bu kitabın çalışması sırasında, Dokuzuncu Söz’ün kalbi yaralayan, ruhu sarsan, gözleri nemlendiren eşsiz bir romans içerdiğini fark ettim. Namazı bir aşka dönüştüren bu eserin, satır aralarındaki nice ayet göndermesini, hadis hatırlatmasını dostlarımın yardımıyla deşifre etmeye çalıştım. Kırk yıla yaklaşan Nûr talebeliğim sırasında bu istisna metni anlamayı sona bıraktığım için utandım. Sonra diğer metinlerdeki, mesela Onuncu Söz’deki, aman Allah’ım, Onbirinci ve Onikinci Söz’deki derinliği hâlâ daha anlayamadığım için müthiş bir geç kalmışlık ve vefasızlık duygusuyla adeta felç oldum. Mahcubum.
S/onuncusu: Nûr talebeliğime, her sabah olduğu gibi, bu sabah da sıfır noktasından başlıyorum. Şimdi önümde Birinci Söz’ün anlata anlata bitiremediğim duru metni var. Daha önce, tam da Risale-i Nûr’u ve özellikle de Birinci Söz’ü gölgede bırakma denemesi olarak Bir/inci Söz diye bir kitap yazmıştım zaten. Bu çalışmanın yetersiz olduğunu fark ederek, daha heyecanlı bir çalışmaya odaklanmam gerekirken, eşim ve yakın dostlarımın uyarılarına rağmen, ısrarla gözüme soktuğum, üzerime alındığım ‘mutlak vekil’ gündemine odaklandım. Başta, muhterem Hüsnü Ağabeyden ve vakitlerini çaldığım, hüsnüzanlarını kırdığım kardeşlerimden özür dileyerek, ‘mutlak vekil’li yazılara-sadece mutlak vekilli yazılara ama- veda ediyorum. Üstad’ımızın aklımıza mutlak vekil bıraktığı Birinci Söz, ‘Bismillah’ı sadece ‘söylemeye’ değil, biricik izzetli hayat seçeneği olarak ‘yaşamaya’ çağırıyor. Birinci Söz, hem bize tevazu ile var olmanın kodlarını veriyor hem de eşyayı esmanın göğü altında yeniden okutuyor. Birinci Söz’ün Kur’ânî çağrışımlarında gezinmek öyle zevkli ki her şeyi unutturacak gibi.
Nasipse, Ve Taş Ve Ateş olacak yeni kitabımızın adı. Huyum kurusun, yine reklam yaptım:)
Allahaısmarladık.