Eyüp’te bir seminerdeyim. Salonda kırk-elli kişi var, ekseriyeti radyo dinleyicilerim. İçlerinden biri sordu “Hocam radyoda sizi takip ediyoruz, hep Risale-i Nur’dan programlar yapıyorsunuz ve sürekli bu eserleri okumamız için tavsiyelerde bulunuyorsunuz. Neden hep Risale-i Nur’u nazara veriyorsunuz, bu eserlerin ne gibi özellikleri var ki böyle ısrar ediyorsunuz?”
On dakika içinde soruya cevap vermem gerekiyor, cevap vermeyip birkaç cümle ile geçiştirsem Risale-i Nur’un hizmet-i kudsiyesini nazara verememiş olurum korkusu içimi yakıyor; derken bir hikâye geldi aklıma. En az bir saatte vermem gereken cevabı on dakika içinde vermeme vesile olacak bu hikâyeyi başladım anlatmaya:
Eski zamanda bir padişahın dört tane veziri varmış, içlerinden birini çok seviyormuş. Diğer vezirler bundan oldukça rahatsız, aralarında sürekli o veziri çekiştiriyorlar, ayağını kaydırmak için planlar yapıyorlarmış.
Bu durumdan haberdar olan padişah dört vezirini de yanına alarak ava gitmiş. Bir tepede otururlarken karşı yaylaya bir kervan göçmüş. Birinci vezirini huzuruna çağırmış “Git öğren bakalım, bu kervan nereden geliyor?” demiş. Vezir atını mahmuzlayıp gitmiş. Bir müddet sonra ikinci vezirine emretmiş: “Git öğren bakalım, bu kervan nereye gidiyor?” O da gittikten biraz zaman sonra üçüncü vezirini çağırmış “Git öğren bakalım, bu kervanın sahipleri kimlerdir?” Üçüncü vezir de dörtnala gitmiş ve çok sevdiği vezirini huzuruna almış, ona da “Git öğren bakalım, bu kervanın yükü nedir?” demiş.
Vezirler teker teker dönmeye başlamış, padişahın sorusunun cevabını veren vezir padişahın sağ tarafına geçip el-pençe divan duruyormuş. Önce birinci vezir gelmiş “Efendim,” demiş. “Kervan Şam’dan geliyor.” İkinci vezir “Efendim, “ demiş. “Kervan Halep’e gidiyor.” Üçüncü vezir “Efendim,” demiş. “Kervanın sahipleri Şam eşrafından filanca filanca kişilerdir.” Ve en sonunda en sevdiği vezir huzura çıkmış “Efendimiz,” demiş ve başlamış anlatmaya. “Kervanın yükü incir, ipek kumaş ve gümüştür. Kervan Şam eşrafından filanca filancalara aittir. Kervan Şam’dan gelip Halep’e gitmektedir. Kervanda iki yüz erkek, seksen kadın, yirmi beş çocuk olmak üzere üç yüz beş kişi bulunmaktadır…” Padişah “Yeter, bu kadar kâfi” demiş ve diğer vezirlerine dönmüş. “Şimdi anladınız mı, onu niçin çok sevdiğimi mi?”
Ben de seminer salonundaki topluluğa dönerek sordum: “Şimdi anladınız mı neden ısrarla Risale-i Nur’u tavsiye etmemizin hikmetini?”
Evet, Risale-i Nur asrımızın fehmine göre kaleme alınmış yüksek bir Kur’an tefsiri; bu zamanda kimin, ne hastalığı varsa hepsinin çaresi Risale-i Nur’da mevcuttur. Her müşkülün çözümü, her sualin cevabı Risale-i Nur’da vardır. İhtiyacını hissedip, yüreğini açarak ona talebe olanlar en büyük mânevî hastalıkların hücumuna da uğrasalar Allah’ın inayetiyle şifa buluyorlar; bunun pek çok örneğini gördük, görüyoruz. Diğer eserleri de beğeniyoruz, hem pek fazla hürmet de ediyoruz lâkin bu asrın hastalıklarını tedavi etmekte Risale-i Nur’un çok özel bir yere sahip olduğunu da ilân ediyoruz.
Ben bu mealde cümlelerimi bitirdiğimde on dakikayı biraz aşmıştım ama salondakiler de sorununun cevabını almışlardı. Yüzlerdeki memnuniyet ifadeleri, ikna edici bir açıklama olduğunu gösteriyordu lillâhilhamd.