Aşk-ı bekanın insana verilmesi, bir yönüyle; "Evet, Ebedînin sâdık dostu, ebedî olacak. Ve Bâkînin âyine-i zîşuuru, bâkî olmak lâzım gelir..." ifadesine baksa da, diğer bir yönü de hayr ve şer algımızın kökenine bakıyor. 'Ademin şerr-i mahz, vücudun hayr-ı mahz' olduğu bir âlemde hayrı ve şerri ayıran şey; birine gidenin varlıksallığı, ötekine koşanın yokluksallığıdır. Buna yine Bediüzzaman'ın külliyatta verdiği örneklere benzer örnekler verirsem: Kangren olmuş bir uzvun kesilmesi, uzvun kesilmesi itibariyle şer gibi dursa da; diğer taraftan o vücud sahibinin varlıksallığının devamına yararı olduğu için ona hayr denilir. Yani fiil sûreten yokluksal dursa da, ondan murad olunan ve elde edilen varlığın devamıdır. Ama diğer yandan, sûreten varlıksal görünen başka bir fiilin de muradı veya varacağı yer yokluksallık/adem olursa, onun da artık sûretine bakılmaz ve neticesine göre durumu beyan edilir. Ona şer denilir. Mesela 'çok yemek' gibi.
Demek ki; bizim açımızdan hayrın ve şerrin tayini aslında fayda ve zararın tayini. Onun ardında da varlığın ve yokluğun tayini. Zarar dediğimiz şey zaten yoksunluğun ta kendisi. Neyden yoksun kalıyorsan, zarardasın. Neyin varlığına eriyorsan, kârdasın. Yani biz birşeyin varlığa veya yokluğa hizmetine göre ona hayr veya şer diyoruz. Kur'an'da beyan edilen; 'her hayrın Allah'ın elinde oluşu' hakikatini, Bediüzzaman da yine bu varlıksallık merkezinde anlar. "Hem bilmüşahede sabittir ki, bina gibi bir şeyin vücudu, bütün eczasının mevcudiyetiyle takarrur eder. Halbuki onun harabiyeti ve ademi ve in'idâmı, bir rüknün ademiyle hasıl olur."
Yani bütün şartların biraraya gelişiyle, tabir-i caizse 'uygun adım yürüyüşüyle' meydana gelen şeydir vücud ve hayır. O yüzden Allah'ın elindedir onun varlığı. O kadar şartı, değil uygun adım yürütmek, kuşatabilmek bile insan ilminin/iradesinin dışında kalır. Bir elma için bir kâinatın gerektiği âlemde, sivrisineğin gözü ile güneşin, pirenin midesi ile güneş sisteminin ilgisini görenler, elbette bu varlığın giderek bütünselliğe de yaklaştığını görürler. Yani hayır hem vücudî hem küllîdir. Zaten özünde vücudî olan da bütünselliğe yaklaşandır. "Hayır küllî, şer cüz'idir..." diyen Bediüzzaman bize anlatmak istediği de budur. Varlığı parçalayarak koruyamazsınız. Varlığı bütünlüğü ve bütünün uyumunu koruyarak ayakta tutabilirsiniz. Varlıktan çekilecek herhangi bir taşın, yani şerrin nasıl bir kelebek etkisine sebep olacağını kestiremezsiniz. Şirk, parçalamaktır.
Buraya aşk-ı bekadan geldik, yine ona dönelim. İnsanın varlığını korumaya kuvveleriyle olsun, aşk-ı bekası ile olsun, bu denli savaşması; onu varlık karşısında bir seçim yapmaya zorlar. Bütünsel olanı mı seçecektir, parçalayıcı olanı mı? Vücudî olanı mı seçecektir, ademi olanı mı? Her seçiminde bu soruyu sorar aslında kendine. Ki zaten İslam'ın haram ve helal dediği veyahut maruf ve münker diye bildiğimiz şeyler bunlara verilen diğer adlardır. Tevhid bütünlüğü içinde yaratılan kainatta insan o bütünü parçalamayı mı seçecektir, ki bu onun zararınadır; yoksa bütünü tevhidin hakkını vererek korumayı mı seçecektir, ki bu da onun yararınadır.
Fakat bazen olur ki, şer birşey sûreten vücudî görünür. Mesela faiz gibi. Eğer o günaha girersen malın artacak gibi gelir. Mal artımı da sonuçta bir artımdır ve onda da bir vücud görünmektedir. İşte bu noktada hikmet sana vücuda da küllî bakmayı teklif eder. "Faiz yiyenler, (kabirlerinden) ancak kendisini şeytan çarptığından deliye dönmüş bir adamın kalkışı gibi kalkarlar. Bu durum onların 'Alışveriş de faiz gibidir' demelerinden dolayıdır. Oysa Allah alışverişi helal faizi ise haram kıldı!" buyuran Allah, aslında kısa bakışlarının cezasını vermiştir onlara. O an vücudî görünenle, hep vücudî olanı karıştırmışlardır çünkü. Hep vücudî olan helal olandır. Örneğin: Bediüzzaman, Lemaat isimli eserinde ribanın/faizin nasıl toplumların hercümercine sebep olduğunu, say ve sermaye mücadelesi denilen şeyin aslında bu faizciliğin bir neticesi olarak ortaya çıktığını izah eder. Demek anlık olarak alana kazandırıyor göründüren riba, biraz uzun vadeli ve kapsamlı bakıldığında, aksine, toplumsal huzur açısından kaybettirmektedir.
"Dalâlet ve şer ve musibetler ve mâsiyetler ve belâlar gibi bütün çirkinliklerin esası, mayası ademdir, nefiydir. Onlardaki fenalık ve çirkinlik, ademden geliyor. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir, nefiydir."
Zekata gelelim. Zekat da faizle tam zıt bir örneği sunuyor bize. Zahiren malınızı kırka böldüğünüz, birini başkasına verdiğiniz yokluksal/parçalayıcı bir eylemdir zekat. Verdiğiniz zaman malınız eksilir. Fakat Kur'an'da ve sünnette, aksine, zekat da dahil olmak üzere, malını böylesi hayr yolunda kullananların mallarının artacağı söylenir. Bu artımı nasıl anlamalıdır? Hemen o an olacak bir artım mı? Belki 'bereket' türünden o da var. Ama onun ötesinde, yapılan şey varlıksal olduğu için, yani vücuda hizmet ettiği için, o insan kafa gözüyle görmese de toplumda o eylemin varlıksallığı yaşanır. Zekat verilen toplumlarda sınıflar arası çatışma ve gerilimin azalacağı, muhtaçların himayesinin sağlanacağı ve bu sayede yine bütüne bakan huzurda büyük bir kazanımın olacağı ortadadır.
"Evet, ekseriyet-i mutlaka ile, hayır ve mehâsin ve kemâlât, vücuda istinad eder ve ona râci olur. Sureten menfi ve ademî de olsa, esası sübutîdir ve vücudîdir."
Hepsinin ötesinde, şimdi, nefis ve vicdan hakkında nicedir düşündüğüm birşeyi paylaşacağım sizinle. Belki daha önce de yazdım hakkında, ama bugün yine yazacağım. Bence nefsi ve vicdanı birbirinden ayıran ikisinin düşünüşlerindeki vadelerdir. Örneğin: Nefs, kısavadeli düşünür ve genelde o an kazandıran onun için varlıksaldır. O yüzden içindeki lezzetin varlıksallığına, kendisine katacağı artıya kanarak günahlara meyletmekten çekinmez. Fakat vicdan, uzunvadeli düşünür ve genelde bütünde kazandıracak olana kârlı gözüyle bakar. O yüzden bugün kazandırmış olan kötü eylemlerin bile sancısı vicdanda durur. Tabir-i caizse, vicdan bilir ki; bu iş bir gün tersine dönecek. Şimdilik varlıksal görünen asıl yüzünü gün gelip gösterecek. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir, nefiydir..." bu cümleyi söyleyen akıl ve vicdandır. Dünyevî hayatın devamını nefsin aceleciliği, ahiretin selametini vicdanın uzungörüşlülüğü sağlar.
Daha başka bir açıya taşıyalım meseleyi. Hisler dünyasında da bu parçalı/bütünlü, ademli/vücudlu, şerli/hayırlı ilişkinin aynen sürdüğünü düşünüyorum. Örneğin; parçaya, yani o ana bakan eylem ve hislerimiz genelde bize kaybettirir. Acele şeytandandır. Teenni ise güzel ahlaktandır. Açgözlülük kötü bir histir. Ama kanaat güzel ahlaktandır. İsraf haramdır. Ama iktisad güzel ahlaktandır. Buna sabır, öfke, hırs, hayâ gibi daha birçok şeyi ekleyebilirsiniz. Genelde beklemeyi, daha doğrusu bütünü görmeyi hedefleyen hisler, bizi doğruya götüren hislerdir. Hemen o an harekete zorlayan ve anda boğulmaya meylettiren hisler ise, kötü hislerdir.
Bu ayrımı kalbine müracaat eden herkes yapabilir gibi geliyor bana. Neyse, yazıyı uzattım. Son birkaç cümle: Aşk-ı beka ile başladık, ona dair son noktamızı koyalım. Eğer varlıksal olan hayırlı olansa, elbette âlem-i ahirette varlığımızı arttıran bu dünyada varlığımızı arttırandan daha hayırlıdır. İşte biz hayrı ve şerri böylece içimizdeki aşk-ı beka sayesinde biliyoruz. Bekaya hizmet edeni 'hayrından' tanıyoruz. Vacibü'l-Vücud, Kayyum, Samed ve Bakî olan Allah, elbette hayrın da kaynağıdır. Çünkü varoluşun da kaynağıdır. Ki takva da, amel-i salih de, iman da aslında varlıksallığımız ve bütünle uyumumuzu korumamız içindir. "İman bir intisabdır" diyen Üstadım, bahtiyar olasın, parçanın bütünle bağlanmasını (uygun adım yürümesini) daha güzel ne anlatabilirdi?