Risale-i Nurlar ile ilgili bazı asılsız ve iftiravâri yazı ve konuşmalara çok muknî ve mudakkikane cevaplar veren bir mühendis abimiz, nurlardaki bazı kısımlara da çok güçlü itirazlarda bulunuyor. Bu itirazlara itiraz edince de alınıyor biraz. Halbuki bu yazıda dahil nazarlara arz edilen her husus, eleştiriye de açılmış demektir. Nasıl siz bir hususa, bilgiye, izaha, tespite itiraz ediyorsanız; bu itirazınıza verilen ya da verilecek cevaplara da mütehammil olmanız icab eder.
Risalelere yapılan itirazların ve bu muhteremin itirazlarının çoğu, bana göre ya bütün külliyata bakamamaktan veya Said Nursi'yi basit bir medrese hocası zannetmekten ya da parmağın gösterdiği yere değil de parmağa bakmaktan kaynaklanan yanılmalardan ibaret olduğunu görüyoruz.
Parmağın gösterdiği yere değil de parmağa bakınca da dünyada tenkit edilmeyecek bir şey kalmaz zannımca. Bir söze değer katan da budur zaten. "Kime, niçin, hangi makamda ve kim söyledi." gibi ölçüler, bir söze veya harekete anlam kazandırır. Bu konunun anlaşılması için, bayağı fazla olan itirazların bütününü nazara alarak bir iki ön örnek verip asıl itirazları dile getirmek istiyorum.
Mesela 13. Şua'da Üstad, Denizli hapsinde bulunan talebeleri için "Bu asra meydan okuyan bir kahramanlar kafilesi suretinde görünüyorlar." diyor. Bu cümlenin söylendiği zamanını ve asıl maksadı ıskalarsak; buna hemen itiraz edebiliriz. Sana öyle geliyor ama acaba öyle gören var mı? Kim söyledi öyle göründüklerini? Yine "Risale-i Nur ile kıraaten ve kitabeten iştigal, sıkıntıyı çok hafifleştirir, ferah verir." cümlesine de yine böyle yaklaşırsak; "Kim ferah görmüş, görmeyen de var." diye de itiraz edebiliriz. Fakat her iki cümlede de üstadın söylediği zamanı ve kim için, hangi maksatla söylediğine bakarsak, itirazlar kesilir. Aynı şey cifir, ebced ya da hususî mektuplardaki o zaman yazılan kişiye mahsus hâlini bilmeden, zamanın şartlarını göz önüne almadan yaklaşırsak; işin içinden çıkamayız.
Eleştirileri durdurmak için, bazı bahisleri çıkarmak lazım da deniliyor. Adam 19. Mektuptaki tüm hadîslere itiraz ediyor.O mektubu çıkaralım mı şimdi? Önemli olan ehl-i sünnet âlimlerinin ve sağ duyunun bakışıdır. İndî ve kasır görüşler değil. Arap âlemi de dahil takdirden başka itiraz yok.
Böyle itiraz sahiplerine cevap verince de hemen "Siz sabit fikirlisiniz.Said Nursi'ye bu eserlerin yazdırıldığına inandığınız için, o eleştirilemez kanaatindesiniz. Onun için, bu karşı çıkmalar normadir." kaydını düşüyorlar. Ya arkadaş Said Nursi'nin zaten kendisi, kendini eleştiriyor. Eleştirenlere teşekkür ediyor. Yanlış varsa da bilmeden, haberim olmadan fikrim karışmış, karıştırmış yanlış etmiş, diyor. Bundan sonra bize laf düşer mi? Bizim itiraz ettiğimiz husus, tenkit ettiğiniz konuları oturup konuşalım; asıl maksadı anlayalım. Külliyatın bütününü nazara alalım, arzusudur. Sen tenkit edince hemen bu doğru mu oluyor? Yani tenkit eden tenkit edilemez mi? Şimdi bir yazı hacminde, bir iki itirazı incelemek ve sizinle paylaşmak istiyorum. Katkınız olursa da yorumlara yazarsanız, memnun olurum.
19. Söz'ün sonunda, Yasin Suresinin 38.âyetinde geçen ' veş şemsü tecri"nin mealine üstadın verdiği 'Güneş döner." cümlesi yanlışmış. Niçin peki? Herkes öyle meal vermiyormuş. On kadar meali baktım. Çoğu "Mihveri üzerine hareket eder, akıp gider." şeklinde birbirine yakın mealler vermiş. Yani herkes anladığı şekilde anlam vermiş ama birbirine yakın. Şimdi şunu anlamak istiyorum. Üstadın mealine niçin itimat etmiyoruz da başkalarıyla onu doğrultmaya çalışıyoruz ki? Tahkik adına yapalım âmenna, olsun. Ama bunu medar-ı tenkit niçin yapıyoruz? Farklı meal verilemez mi yani? Eleştirisine devam ediyor mühendis abimiz."Bu döner tabiri ile kış, yaz, gece, gündüzün devaranındaki muntazam tasarrufat-ı kudreti ihtar ile azamet-i Sânii ifham eder." cümlesinde üstad, gece, gündüz ile kış ve yazı güneşin dönmesine bağlamışmış. Halbuki bunlar, Dünya'nın dönmesiyle olurmuş. İşte ben buna, parmağın gösterdiği yere değil, parmağa bakmak, diyorum. Asıl maksadı görememek diyorum. Üstad orada, azamet-i Sâniye bir delil olması noktasında Güneş'in dönmesini zikrediyor. Neticede Dünya'nın dönmesi de Güneş'in dönmesine bağlı olduğundan, hepsini İstidlâl için (delil olsun diye) toptan zikrediyor. Yoksa 7. Şua'da "Arz meczup bir mevlevî gibi iki hareketi ile günlerin, senelerin, mevsimlerin husulüne medar daireyi çiziyor." der mi? Bütün parçaları bir arada okuduğumuzda, meram daha iyi anlaşılıyor. Zaten hemen devamında "Bu dönmek hakikati ne olursa olsun, maksut olan intizama tesir etmez." diyerek de maksadını açıklıyor. Maksat, Güneş'in musahhar bir memur olduğunu anlatmak. Yoksa fen bilgisi dersi vermek değil.
Burada yeri gelmişken, Mesnevi'nin Şule kısmında geçen ve bu konuda bakış açısını özetleyen çok önemli bir İ'lem'den bahsetmek istiyorum. Çünkü burada ve bundan sonra ifade edeceğim eleştirilerde bu hususun gözardı edildiğini görüyoruz. O zaman büyük resme bakamıyor ve verilmek isteneni göremiyor ve çizilen şablonu okuyamıyoruz. Mesele anlaşılmıyor.
Üstad, İ'lem'de şöyle diyor: "Mânâ-yı harfî, kasdî hükümlere mahkûm-u aleyh olamaz. Ve o mânâ-yı harfînin inceliklerine tetkikat yapılamaz. Fakat mânâ-yı ismî, sadık, kâzib her hükme mahal olur."
Ne demek bu? Bir insan, kâinattan mânâ-yı harfiyle söz ediyorsa, onun ne kadar mükemmel bir sanat eseri olduğunu nazara veriyorsa, bu konudaki teknik bilgilerdeki noksanlıklar hatta yanlışlar onun davasına gölge düşürmez. Ama kâinattan mânâ-yı ismiyle söz ediyorsa, verdiği bilgilerin mutlaka doğru olması gerekir. Aksi halde reddedilir. Meselâ o kişi dese ki "Dünyadan on bin defa büyük olan güneşi dünyaya lamba yapan, dünyamızı o lamba etrafında çok hassas bir nizamla döndüren Allah'ın bu Kudret tecellisini hayretle düşünmek ve ibretle seyretmek gerekir."
Buna karşı bir başkası itiraz ederek, "Bu söz yanlış ve burada bir kuvvet tecellisi de söz konusu değil. Çünkü Güneş dünyadan on bin defa değil bir milyon üç yüz bin defa büyüktür." diyemez. Zira birinci adam Güneş'ten mânâ-yı harfî ile söz ettiğinden, verdiği bilgiden dolayı redde uğramaz. Ama bir astronomi bilgini, Güneş hakkında verdiği bir konferansta Güneş'in Dünya'dan bir milyon yüz bin kat büyük olduğunu söylerse, kendisine itiraz edilir ve sözünün yanlış olduğu söylenir. Zira bu şahıs Güneş'ten mânâ-yı ismiyle söz ettiği için doğru bilgi verirse; hükmü sadık olur, yanlış söylerse kâzib olur.
Aynı yanlışı Hüve Nüktesinin eleştirisinde de görüyoruz. Hem de itirazı biraz daha artırarak. Hüve lafzındaki bir havada "Umum telgrafçılar ve radyo ile konuşanlar kadar mânevî şahsiyetleri ve kabiliyetleri bulunsun ve onların umum dillerini bilsin, başka zerrelere de bildirsin." cümlesi hatalı imiş. Nçin? Çünkü ses ve görüntüler, hava ile değil elektromağnetik dalgalar yoluyla geliyormuş. Yahu kardeş, hangi dalga ile gelirse gelsin, neticede geliyor ve kulaklar ve gözler adedince dağılıyor. Dalga da hava da olsa; bu mu'cize kime ait? Sen nazara verilmek istenene yani parmağın gösterdiği yere baksan ya.
Şimdi, sesin ve görüntünün uzaklardan dalga ile geldiği doğru. Fakat bu, havanın da bu vazifeyi yaptığını ortadan kaldırır mı? Radyodan ve televizyondan yayılan ve kulağımıza gelen ses ve gözümüze ilişen görüntüleri getiren de hava değil mi? Yani dalgalardan sonra, o ses ve görüntüler hava sayfasında yazılmıyor mu? Bir hava zerresinin ya da fezadaki zerre gibi bir noktanın, esir maddesi atomlarının elli işi birden yapmasının mümkün olmadığını bundan daha iyi nasıl anlatabiliriz? Bu,bir şablondur; ölçüdür. Burada bir fen bilgisi dersi yok ki, yanlış arayalım.
Havanın vazifesini anladık. Dalganın hava ile ilgisi yok. Olsun kabul. Bugün böyle biliyoruz. Yarın havanın da vesilelik noktasında önemli olduğu ortaya çıkarsa ne diyeceğiz? Bilim bitmiş değil ki. Çalışmalar devam ediyor. Üstadın zahirde hava sayfasında yazıldığı için, uzaktan gelmede 'dalga' ismini zikretmemesi bir eksiklik değil; bilakis bu bahsin yazıldığı zaman ve gelecek zamanların nazarına bakıldığında, bence bir belağat olduğunu anlarız. Benim fikrim de üstadın ifadeleri de tartışılabilir ama asıl gayenin ne olduğunu az çok bilirsek, mesele daha iyi vuzuha kavuşur kanaatindeyim.
Evet dostlar, nurlar eleştirilebilir, hatasız kul olmaz. Elbetteki ölçümüz budur. Ama müellifin bile tashihte bile bir kelimesine dahi dokunmadığı, "Kur'an'dan başka me'hazi, üstadı, mercii yok; doğrudan doğruya Kur'an'dan mülhemdir, sema-i Kur'an'ın yıldızlarından iniyor ve bir istihracât-ı Kur'aniyedir" dediği bir eser külliyatını eleştiren de eleştirilebilir herhalde. Ya da bir kısım yerler çıkarılsın, değiştirilsin demek, ne kadar doğrudur düşünmek lazım.
Selam ve dua ile.