Çok söylenen bir fıkradır: Bir mecliste otururken,
Pâdişâh övmeye başlar patlıcanlı yemekleri.
Patlıcan medhine girer hâzirûndan biri hemen;
Göklere çıkarmak için harcar nice emekleri…
Meğer ne mübârekmiş bu fazîletli, mümtâz sebze?!.
Cennete lâyık taammış; Şâh’a şâyeste tadı var…
Patlıcansız kalmamalı hiçbir mutfak, hiçbir nebze…
Sebzevâtın şâhı budur; şânı, şöhreti, adı var!
Pâdişâha zıd beyânda bulunmak cesâret ister;
Fakat ondan daha fazla şevk göstermek elbet abes…
Hayret ile süzüyormuş dalkavuğu dinleyenler;
Pâdişâh susdurmayınca kimse diyemez: “Yeter, bes!”
O gün sohbet böyle geçmiş, patlıcan övülmüş-durmuş…
Bir başka gün zemmetmez mi, patlıcanı yüce hâkàn!
Bu kere bizim dalkavuk sebzeyi yerlere vurmuş:
“Hiçbir yemeğe yakışmaz, alamaz ağzına insan…”
Dostları, adama çatmış, ayıplamış dışarıda:
“Geçen, nasıl medhederdin, yâhû, patlıcanı öyle?!.
Amma vefâsız adamsın; dostluğu kesdin yarıda.
Onca harâretli lâfdan nasıl dönüverdin böyle?”
Adam demiş: “Ey Ağalar! Değil aslâ patlıcanın;
Ben yalnızca pâdişâhın dalkavuğuyum elbet de!”
Telakkîler değişse de, değişmez huyu insanın;
Emsâline hep rastlanır böylelerin cem’iyyetde…
Şâhlık, pâdişâhlık bitdi; dalkavukluk aslâ bitmez!
Eskiden bir şahsa bedel, şimdi müesseseler var:
Basın, yayın, radyo, ti-vi.. medya desek, hoşa gitmez…
Okuyan, seyreden bilir; nice cevherler, neler var!