Bediüzzaman’ın otuz üç pencere isimli eseri otuz üç pencere ile takyid edilmiştir ama girişinde anlattığı gibi bu pencereler sayısızdır, sadece örnekler verilmiştir. Bu Risalenin şerhi koca bir kitap olacak kadar muhteva olarak zengindir. Ayette “senürihim ayatüna el afaku vel enfüs” kaydından anlaşıldığı üzere dış dünyadan ve insandan örnekleri pencerelerden göstererek anlatır. Bediüzzaman baktığını ressam titizliğinde kayda alan ve çizen bir göze sahiptir. İnsan gözünü sinematografa benzeten Bediüzzaman insanın günlük hayatını sürekli ınkıtaa uğramayan film gibi değerlendirir. Çünkü Bediüzzaman büyük bir sinema gibi görür hayatı, Kur’an’a Kur’an sineması der, eserlerinde de tiyatro ve sinema kültürü ağır basar. Rusya’dan döndüğünde sinirleri çok tahrip olduğu için doktor sinemaya gitmesini söyler, o da sinemaya gider. O zaman ki sinemalar da sessiz sinemalardır. Eserlerindeki gelişmeye paralel olarak sinema gibi görür sinematograf gibi kaydeder. Aşağıdaki metinde ilahi sanata gördüğüm kadarıyla yirmiye yakın pencere açmış bizi baktırmak için ama önce kendi bakmış.
“Görüyoruz ki, eşya, hususan zîhayat olanlar, def'î gibi âni bir zamanda vücuda gelir. Halbuki, def'î ve âni bir surette, basit bir maddeden çıkan şeyler gayet basit, şekilsiz, san'atsız olması lâzım gelirken, (bir anda meydana gelen eşya ve canlılara dikkati çeker) çok maharete muhtaç bir hüsn-ü san'atta…”
Sanat ancak meharetle yani ustalıkla meydana getirilir. Allah sineğin kanadının bile insan tarafından tasarlanamayacağını söylüyor. Bazı kırlarda kitap okuyup dolaşırken çok küçük sinekler gelip kitabın üstüne konuyor, Üstad onlara sinekcik diyor. O sineğin kanatları var küçükten daha küçük hareketleri, sonra tehlikeyi hissettiği anda atağa kalkması, tam bir canlı sanat şahaseri. Heykeltraşlar eserlerinin canlanacağını hayal edermişler diyelim. Güvercinler ne kadar kibar ve zarif, kargalar neden öyle kap kara, sesleri de renkleri ile uyum içinde, kainat sinemasının daimi aktörleri, ya köpekler ne kadar vefalı ve kanaatkar, size bakıyor bir şey verirseniz yiyor ama şikayeti yok, soğukta kıvrılıp yatıyor. Köpeklere bir şey verirken sanki içimde oturmamış bir yer bir anda düzene giriyor gibi hissediyorum, bu aşağıladığımız canlılar bize arkadaş olarak verilmişler, Bediüzaman onlara hoşhoş dermiş, zarif adam.
“Çok zamana muhtaç ihtimamkârâne nakışlarla münakkâş…”
İhtimamkarane nakış, nasıl ustaca kurulmuş bir sıfat tamlaması. Çok dikkat edilerek karşılığı değil ama nakış düz çizgiden farklı. Çok zaman eğri çizgilerle yapılır nakış, düz çizgilerle ancak apartman yapılır, başka da yok. İki mimarinin farkı. İnsan sanatında eğri çizgi yok yapamaz, çok nadir ancak. Mikelanj gibi ustalar yapar veya Sinan gibi. O sokaklarda yatar gördüğümüz köpekler şöyle bütünlükçü bakılsa ne kadar ihtimamkarane nakışlarla bezeli. Ya ellerimiz, hep eğri çizgilerle ama ne kadar farklı çizgiler ortaya çıkaracak fonksiyonlara sahip, eli yaratırken yapacağı bütün işleri tek tek gözden geçirmiş. Ya göze ne dersin ne kadar nakışlı, daha neler neler. Nakışlarla münakkaş, yani nakışlarla nakşedilmiş. Nakış kelimesi sadece nakış dikişte yaşıyor. Bediüzzaman’ın dil davası yıkılan imparatorluk lisanını korumak. Sen gel de bizimkilere anlat. Üniversite hocaları ders yapıyor, bir cümle sordum anlamadan, benim anladığım yeter, bize de anlat, sustu. Zavallı metinler, kimsenin Bediüzzaman diye bir derdi yok ki. Dili iyi kullanan bir aydın modeli talep etmek yok mu bu kelimelerin sarfında.
“Çok âlâta muhtaç acip san'atlarla müzeyyen çok maddelere muhtaç bir surette halk olunuyorlar.”
Hep bakmak ve görmenin türevlerinden oluşan kelimeler, alat, acip sanat, müzeyyen, süslenmiş tezyin edilmiş, acip hayret verici görülmemiş demek, acip olmayan şey nedir ki? Acip olan bu kadar güzel sanatlar galerisi kainatta bunlara bakmadan yaşamak acip sanatlarla müzeyyen, görülmemiş, şaşırtıcı sanatlarla süslenmiş varlıklar.
“Şu kâinat yüzünde serpilen masnuatın kemâl-i intizamları ve kemâl-i mevzuniyetleri ve kemâl-i ziynetleri ve…”
Kemal kelimesi ile sıfatlar kurmakta çok usta Bediüzzaman. Kemal-i intizam, kemal-i mevzuniyet, kemal-i ziynet, intizam, mevzuniyet ve ziynet. Üçü de estetik yani güzelliği farkeden bir bakışın mahsülü. Hiçbir estetik profesörü canlılara bu estetiğin odağındaki kelimelerle bakıp düşünemez, bu kadar estetik bakışlı bir insan. Mevzuniyet ne demek, vezin kelimesi şiirde kullanılır, hece vezni ve aruz vezni gibi. Ama mevzuniyet masnuatın yani sanatlı canlıların güzelliklerindeki ağırlık dengeleri, sarkmamak insan şişmanlayınca vücudun mevzuniyeti bozulur. Hasta bir hayvanın vücut dengesi bozulur. Kuşların, koyunların bütün canlıların vücutlarında ve azalarında ağırlıkla kazandırılan bir vezin var, bu dengeye balistik de deniliyor. Arabanın iki tarafı da ağırlıkta eşit olmalı onu ölçüyor ona göre davranıyorlar. Vücuttaki kimyasal maddelerin de bir dengesi var yani mevzuniyeti, alem adeta mevzuniyet üzerine kurulmuş, adl isminin ismi azamda zikri bu yüzden. Adl ismi beşeri ilişkilerin de fizyolojik hayatın da başında durmuş. Vücutlarda mizan, hayatta adalet.
Kant estetiğin felsefe tarihindeki devi, Bediüzzaman’ı okusaydı onun bu estetik bakışları karşısında hayretinden dona kalırdı. Eğer Bediüzzaman batıda gelseydi bütün dünyanın gündeminde kalır ve daha da inmezdi. Bediüzaman estetik bakmak ve görmek ve ifade etmekte bir Everest tepesi. Kemal-i mevzuniyet tam bir eşit duruş, paralel bir ağırlık ve denge, daha neler. Onun metinlerine karşı bu alalade duruş yüreğimi yakıyor, üzülüyorum, bunlar onun hakkı değil ama ne yapayım kumaş bu kadar. Dünyanın en belalı hastalığı idealizm, yansız yönsüz sanatın dinin ve edebiyatın hakkını vermek, nerede? Din, sanat ve edebiyat menfaate bulaştı mı bir de siyaset, mezbele ve mezbaha gibi bir yere düşersin, işte hayat burnunu tut herşey bayat.
Kemal-i intizam, eksiksiz yerinde bir intizam, intizam ile mevzuniyet benzer ama farklı, mevzuniyet birkaç obje arasında ortak dengeli görüntü ve yaratma, intizam ise tek başına da, birlikte de olur. Bediüzzaman öldürülen dili yaşatma çabasında. Kemal-i ziynet yine tam olgun bir süs, hani süslenmeyi beceremeyen insanların karmaşık ziynetleri gibi değil, ziynet kelimesini süs kelimesi tam karşılamıyor. Süs kelimesi aykırı durabilir ama ziynet tamamen vücuda malolmuş bir süs, ani sırıtma yok. Süs dışardan bir şey ile elde ediliyor, ama ziynet tamamen vücudun kendi malı, kendinden.
“İcadlarının suhuleti (yaratılışta kolaylık ve birbirine benzemek) ve birbirine benzemeleri ve birtek fıtrat izhar etmeleri, (yaratılışları ortak fıtrat kelimesini yaratılış karşılamıyor, fıtrat aynı özellikleri gösterme demek, bütün insanlarda bütün hayvanlarda vb.) nasıl ki bir Sâni-i Hakîmin (bu yukarıdaki fiillerin hepsini içine alıyor, öyle bir Sani sanatkar ki sanat eserini sadece süs olsun diye değil bir hikmetle varlığın işbölümünden kendine düşen şekilde yaratıyor, halbuki beşeri sanatta münferit tek başına sanattır, ama Allah hikmetli birbiri ile paylaşılan bir ortak sanat eseri sergiliyor) vücub-u vücudunu (işte böyle hikmetli yaratan bir sanatkarın varlığının gerekliliğlini) ve kemâl-i kudretini (kudretinin tam ve yerinde kullanılmasını, çünkü kudret eğer yerinde kullanılmasa zarar verir, arslan yavrusunu severken kudretini ayarlayamaz bazan öldürür ve başında ağlar) ve vahdetini gayet geniş bir mikyasta gösteriyorlar. (İşte böyle bir sanatlı yaratanın vücudunu vacip gerekli yapar ve onun birliğini geniş mikyasta yani bütün evreni işgal eden bir boyutta anlatır.)
“Öyle de, câmid ve basit unsurlardan hadsiz ve ayrı ayrı ve muntazam mürekkebâtın icadı, mürekkebat adedince yine o Sâni-i Hakîmin vücub-u vücuduna şehadet ve vahdetine işaret etmekle beraber, heyet-i mecmuasıyla, gayet parlak bir tarzda, kemâl-i kudretini ve vahdetini gösterdiği gibi…”
Burada sanatlı bakışa yeni bir kelime ile yaklaştı. Mürekkebat. Mürekkebat terkib edilen bir araya getirilen şeyler demek. Basit unsurlar su, hava, toprak, sıcaklık gibi şeyler, bunlar basit şeyler ama bütün varlık bunlardan belli oranlarda karıştırılmak terkib edilmekle meydana getiriliyor, mürekkebat bu demek. Bütün varlıklar mürekkebat, şimdi her varlıkta suyun oranı ile toprağın, ışığın ve diğer unsurların oranları farklı ayarlanıyor, varlıklar da bu farklı karışımlardan oluşturuluyor. Bu kimliksiz unsurlardan farklı varlıklar dokumak, yapmak üstelik tahta ile çivi gibi değil bütünleştirmek mürekkebatı yapanın terkipteki gücünü gösteriyor. Sayısız mürekkebatı oluşturan unsurları hangi eller bir araya farklı oranlarda bir araya getirip bu sayısız varlıkları meydana getiriyor, akla zarar bir yaratılış görüntüsü.
Burdan aşağısı yine mürekkebatın izahı. Ne yorulmaz bir zeka ve tevhid eksersizi yapan kalem. Ne olur Allah’ım şunları hakkiyle aşıkane hisseden yaymaya çalışan insanlar ortaya çıkar. Hani Bediüzzaman “Risale-i Nura kalp ve akılları musahhar yap” diyor. Ne kadar istiyor değil mi, kalbin ve aklın gıdası olduğunu biliyor. Mal büyük, pazarcı tartışılır. Şimdi biraz anlıyorum siyaset ve ictimai konular bizi hakikat dellallığından uzaklaştırdı, yapamadık zannediyorum. Aşağıda terkib ve tahlili, terkibe giden maddelerin nasıl farklı örüntüler ve görüntüler oluşturduğunu anlatıyor. Kemali dikkatle anlatıyor. Bakmak var bakmak var, derinliğine nüfuz eden bir bakış, adeta gaşyolmak. Ayrıntıyı bu kadar ayrıntılı görmek ve anlatmak ama ne göz ne zeka ne ifade. Terkibde terekkübata dönüşen varlıklar nasıl şahsiyetlerini kazanıyor birbirine karışmıyor, toprağa girerken, hücrelere girerken, ağaçlara çıkarken nasıl temyiz sahibi olmaları yeni ve şahsiyetlerini kazanmış olarak Mürekkebat da, terkip de sanat kelimeleri. Çünkü bir sanat eseri belli oranlarda karışımlardan oluşur, orantı bozulursa sanat eseri olmaz, tıpkı yemeğin tuzu gibi belli bir oranı var. Oran evren geometrisinin en harika fiili, matematik ve geometrik bir kelime.
“Terkibât-ı mevcudat tabir edilen terkip ve tahlil hengâmındaki teceddütte, nihayet derecede ihtilât ve karışma içinde nihayet derecede bir imtiyaz ve tefrik ile, meselâ topraktaki tohumların ve köklerin çok karışık olduğu halde hiç şaşırmayarak, bir surette sünbüllenmelerini ve vücutlarını temyiz ve tefrik etmek ve ağaçlara giren karışık maddeleri yaprak ve çiçek ve meyvelere tefrik etmek ve hüceyrât-ı bedene karışık bir surette giden gıdaî maddeleri kemâl-i hikmetle ve kemâl-i mizanla ayırıp tefrik etmek, yine o Hakîm-i Mutlak ve o Alîm-i Mutlak ve o Kadîr-i Mutlakın vücub-u vücudunu ve kemâl-i kudretini ve vahdetini gösterdiği gibi,· zerreler âlemini hadsiz ve geniş bir tarla hükmüne getirip, her dakikada kemâl-i hikmetle ekip, biçip, yeni yeni kâinatlar mahsulatını ondan almak.”
Yaratılış kongresinde sadece şu pencerelerdeki yaratılış tarzları bile gündeme gelebilirdi.
Bediüzzaman sanat yorumları yaparken üzerinde düşündüğü eşyalar ve masnuattır. Aşağıdaki metinde yine eşya ve masnu özne olarak alınmıştır.
“Sırrınca, umum eşyada, hususan zîhayat masnularda, hikmetli bir kalıptan çıkmış gibi, (burada eşyanın şekillerinin belli kalıplara göre yapıldığını nazara verir) herşeye bir miktar-ı muntazam (kalıplara düzenli miktarlar konmuş) ve bir suret, hikmetle verildiği; (onlara suretler veriliyor, suretler faydalı yani davranışları ortaya koyacak incelikle yapılmış, bu yüzden hikmetli) ve o suret ve o miktarda, maslahatlar ve faideler için eğri büğrü hudutlar bulunması; (suret ve miktarlardaki eğiri büğrü hudutların bile faydalara göre verilmesi) hem müddet-i hayatlarında değiştirdikleri suret-i libasları (hayatı boyunca değiştirdikleri suret libaslarının da düşünüldüğü) ve miktarları yine hikmetlere, maslahatlara muvafık bir tarzda, mukadderât-ı hayatiyeden (onların fiziki inceliklerine dikkat edildiği gibi programları da vücuda gelmeden programlandığını ) terkip ve tanzim (onların terkip ve tanzimlerinde bu programlara göre yapıldıklarını) edilen mânevî ve muntazam birer suret, (suretleri de manevi programlara haiz olduğunu) birer miktar bulunması, bilbedâhe (bütün bu dikkatler açıkça gösterirki) gösterir ki, bir Kadîr-i Zülcelâlin ve bir Hakîm-i Zülkemâlin kader dairesinde suretleri ve biçimleri tertip edilen ve kudretin destgâhında vücutları verilen o hadsiz masnuat, o Zâtın vücub-u vücuduna delâlet ve vahdetine ve kemâl-i kudretine hadsiz lisanla şehadet ederler. Sen kendi cismine ve âzâlarına ve onlardaki eğri büğrü yerlerin meyvelerine ve faidelerine bak, kemâl-i hikmet içinde kemâl-i kudreti gör.”
Bütün bunlar Celal sahibi kudretli bir zatın, kemal sahibi bir hikmetli ilahın kader dairesinde çizdiği planlar dahilinde suretleri ve biçimleri kudretin tezgahında meydana getiriliyor. Bütün bunlar O Zatın vücudunun gerekliliğine ve birliğine, kudretine ve hadsiz dillerle şahit oluyorlar.
Her anlattığı metinde hiç tekrara düşmeden sanat eserlerinin farklı farklı yanlarını görür, müthiş bir hafıza ve zeka ve ifade ile anlatır.
“Zeminin yüzünü yaz zamanında temâşâ edip görüyoruz ki: İcad-ı eşyada müşevveşiyeti iktiza eden ve intizamsızlığa sebep olan nihayetsiz sehâvet ve bir cûd-u mutlak, gayet derecede bir insicam ve intizam içinde görünüyor. İşte, zemin yüzünü tezyin eden bütün nebâtâtı gör.”
Eşyanın icadı karışık ve mutlak bolluğa sahip, eşyayı yaratanca ucuz ve bol yaratıyor, ama bunlar sanata muhalif Allah onları insicam, bu kelime ince bir kelime birlikte güzellik, farklı şekillerde ama birbirini tamamlamak mesela yüzde farklı azalar var ama birlikte güzel işte bu insicam, ritmik olan güzellikler kolay çünkü hızları aynı tuğla ile ev yapmak. Ama bir ceylanın vücudunu bütün farklı azalarla birlikte güzel yapmak insicam, intizam daha kolay bir sanat kelimesi insicama göre bu yüzden bu kelime az kullanılmış.
“Hem mizansızlığı ve kabalığı iktiza eden, icad-ı eşyadaki sür'at-i mutlaka dahi kemâl-i mevzuniyet içinde görünüyor. İşte, zemin yüzünü süslendiren bütün meyvelere bak.”
Burada sürat ile mevzuniyet eşit ve dengeli görüntüyü karşılaştırıyor, çünkü süratli bir şeyde güzellik kolay olmaz.
“Hem ehemmiyetsizliği, belki çirkinliği iktiza eden kesret-i mutlaka dahi, kemâl-i hüsn-ü san'at içinde görünüyor. İşte, yeryüzünü yaldızlayan bütün çiçeklere bak.”
Mutlak çokluk ile tam sanat güzelliği de bir araya gelmez, ama bunlar da gerçekleştiriliyor.
“Hem san'atsızlığı, basitliği iktiza eden, icad-ı eşyadaki suhulet-i mutlaka dahi, nihayetsiz derecede san'atkârlık ve maharet ve ihtimamkârlık içinde görünüyor. İşte, yeryüzündeki ağaç ve nebâtat cihâzâtının sandıkçaları ve programları ve tarihçe-i hayatlarının kutucukları hükmünde olan bütün tohumlara, çekirdeklere dikkatle bak.”
Mutlak bolluk var ama sanatkarca yapılıyor, meharet, tam dikkatle yaratılıyor, bunlar da estetiğin incelikleri, ne kadar farklı gözlemlerden estetik çıkarıyor.
“Hem ihtilâf ve ayrılığı iktiza eden uzaklık ve bu'd-u mutlak dahi bir ittifak-ı mutlak içinde görünüyor. İşte, bütün aktâr-ı zeminde zer' edilen her nevi hububata bak.”
Uzaklık hatta mutlak uzaklık var ama mutlak ittifak var, mesela bulutlar çok uzak, ama yerdeki canlılara verdiği tazelik ve yenilik ne kadar yakın olduğunu gösteriyor, Amerika’daki canlılar da Türkiyedekiler de aynı kanunla yaratılıyor.
Bir heyet halinde batı sanatının teorileri ve uygulamalarını esas alarak Bediüzzaman’ın sanat okumaları gözden geçirilse, eleştirel yayınlansa dünya çapında bir eser olur, bekleyelim belki birgün olur. Şu Marks için yazılanlara bakıyorum, bir de bizim yazılanlara, adama nasıl ilgi duymuşlar hayret doğrusu. Bir Marksist Macar estetikçisi Lukas Mark üzerine üç kitap yayınlamış Marksist estetik diye. Biz yazsak on cilt olur, teşvik yok, imkan yok ne yaparsın. Marifet iltifata tabidir, diyorlar bir de Ahmet Akgündüz ile bana sor. Ayakta durmaya çalışıyorum, bırak başka şeyleri. Yerler sağır gökler sağır işin yoksa durma bağır. Bir düşünce grubunu hakikat peşinde olmak değil menfaat peşinde olmak yıkar, son dönem buna şahit.
Burada sanatı daha farklı bir perspektiften almış anlatıyor, hareket noktası mükemmel, muntazam ve sanatlı bir saraydır. Batı sanatı kendinden bağımsız yorumlar yapar, onu kainatın sanat düzenine bakmak için bir adese gözlük olarak kullanmaz. Bediüzzaman metinlerinde önce sanat felsefesi yapar, sonra onun en büyük sanatçı olan Allah’a sanatkarı Zülcelale bağlar. Eserden fiile, fiilden mimarlığa dülgerliğe, sonra faile işi yapana, sonra işinin hakkını veren mahir bir ustaya dülgerliğe, o da sıfata yani sanat melekesine, sonra kabiliyete istidada, o da mükemmel bir ruha delil olur o da Zat’a delil olur. Bu kadar derin birbiri ardı sıra kainatın ve yaratılışın güzel eserlerini yorumlamasını nereye koyacaksın. Bunu sadece klasik bir din algısı içinde yorumlamak mümkün mü?
“Yirmi İkinci Sözde izah edilen şu temsile bak ki: Nasıl mükemmel, muntazam, san'atlı, saray gibi bir eser, bilbedâhe, muntazam bir fiile delâlet eder. Yani, bir bina, bir dülgerliğe delâlet eder. Ve mükemmel, muntazam bir fiil, bizzarure, mükemmel bir fâile ve mahir bir ustaya, bir dülgere delâlet eder. Ve mükemmel usta ve dülger ünvanları, bilbedâhe, mükemmel bir sıfata, yani san'at melekesine delâlet eder. Ve mükemmel sıfat ve o mükemmel meleke-i san'at, bilbedâhe, mükemmel bir istidadın vücuduna delâlet eder. Ve mükemmel bir istidat ise, âli bir ruh ve yüksek bir zâtın vücuduna delâlet eder.”
Buraya kadar bağımsız sanat yorumlarıydı, sonra o ölçüleri kainata bakmak için kullanmaya başladı.
1-“Öyle de, zeminin yüzünü, belki kâinatı dolduran müteceddid eserler, bilbedâhe, gayet derece-i kemâlde bulunan ef'âli gösteriyor. (Müteceddid eserler diyor, ne demek sürekli kendini yenileyen, yaratıldığı günden ölünceye kadar sürekli denetlenen ve yenilenen, sanat felsefesinde böyle bir eser tarifi yok. Sanat felsefesinde bir heykel, bir resim, bir tablo sürekli kendini yenilemez yenileyemez. Müteceddid eser cansız ruhsuz batı sanatını eleştiriyor ironik tavır koyuyor.)
2-Ve şu nihayet derecedeki intizam ve hikmet dairesindeki ef'âl, bilbedâhe, ünvanları ve isimleri mükemmel olan bir fâili gösteriyor. Çünkü muntazam, hakîmâne fiiller fâilsiz olmadığı, kat'iyen malûm. (Mücerred yorumdan müşahhas kainat ile kıyaslamaya başladı. Fiil ve fail ilişkileri, mükemmel fiil mükemmel faile delil oluyor.)
3-Ve son derece mükemmel ünvanlar, o fâilin son derece kemâldeki sıfatlarına delâlet eder. Çünkü, fenn-i sarfça, nasıl ism-i fâil masdardan yapılır. Öyle de, unvanların ve isimlerin dahi masdarları ve menşeleri, sıfatlardır. (Ünvandan sıfata, ondan dilbilgisi kuralı ile fenni sarf dediği o mastar yani kaynak failin işi olmasa olmaz, fail de sıfata delil olur, eserin şu kainattaki eserler, fiile o da faile özneye, o da sıfatlara delildir. Bütün bunlar örneklerle resimlense ortaya harika bir güzel sanatlar ve estetik felsefesi kitabı çıkar.)
4-Ve son derece-i kemâlde sıfatlar, şüphesiz, son derece mükemmel olan şuûnât-ı zâtiyeye delâlet eder. (Sıfatlar zatının işlerine delil olur, şuunat-ı zatiye ne demek.)
5-Ve kabiliyet-i zâtiye, tabir edemediğimiz o mükemmel şuûn-u zâtiye, bihakkılyakin, hadsiz derece-i kemâlde olan bir zâta delâlet eder. (Şuunattan sonra zata delil olur.)
6-İşte, bütün âlemdeki âsâr-ı san'at ve bütün mahlûkat, herbiri birer eser-i mükemmel olduğundan, herbiri bir fiile; ve fiil ise isme; isim ise vasfa; ve vasıf ise şe'ne; ve şe'n ise zâta şehadet ettikleri için, masnuat adedince, birtek Sâni-i Zülcelâlin vücub-u vücuduna şehadet ve ehadiyetine işaret ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla, silsile-i mahlûkat kadar kuvvetli bir tarzda bir mirac-ı marifettir. Hiçbir cihette içine şüphe girmeyen müteselsil bir burhan-ı hakikattir.
Şimdi, ey biçare münkir-i gafil! Silsile-i kâinat kadar kuvvetli şu burhanı neyle kırabilirsin? Şu masnuat adedince hakikatin şuâını gösteren hadsiz delikli ve kafesli şu pencereyi neyle kapatabilirsin? Hangi perde-i gafleti üstüne çekebilirsin?
Altıncıda bütün yapılanlar Allah’a bağlanır, kainattaki silsileler varlık zincirleri kadar büyük bir delil olur. Bir Allah’ı bilme merdiveni miraç-ı hakikat olur. Bunlar nasıl görülmez, görmezlikten gelinir?
Aşağıdaki metin semavat üzerinde değerlendirmeleridir, sanat gözlükleridir. Güneş, ay ve yıldızlar onun haşmet azametinin delilleridir. Sema boşluğundaki diğer varlıklar da yine aynı şekilde bir Sani-i Zülcalali yani celal sahibir sanatkarı gösterir.
“Sâni-i Zülcelâl, semâvâtın ecrâmına o kadar hikmetler, mânâlar takmış ki, güya celâl ve cemâlini ifade etmek için, semâvâtı güneşler, aylar, yıldızlar kelimeleriyle söylettirdiği gibi, cevv-i semâda olan mevcudata dahi öyle hikmetler ve mânâlar ve maksatlar takmış ki, güya o cevv-i semâyı berkler, şimşekler, ra'dlar, katreler kelimeleriyle intak ediyor ve kemâl-i hikmet ve cemâl-i rahmetini ders veriyor.
Semavat, yıldızlar, aylar, berk, raad ve katreler kelimeleri ile konuşan kainat, arkasından zemin kafası nebatat ve hayvanat, neden zemin kafası diyor, çünkü yeryüzü bütün alemin kafası galiba o anlamda kullanıyor. Bunlar onun sanatının kemalini gösteriyor. Asırlarca bu ilahi sanatın maverası kapalı kalmış, şimdi de bunları zevketmeden abi yirmi dakikalık bir ders yap.
“Ve nasıl zemin kafasını hayvânat ve nebâtat denilen mânidar kelimeleriyle söyleştirip kemâlât-ı san'atını kâinata gösteriyor. Öyle de, o kafanın birer kelimesi olan nebatları ve ağaçları dahi yapraklar, çiçekler, meyveler kelimeleriyle intak edip yine kemâl-i san'atını ve cemâl-i rahmetini ilân ediyor. Ve birer kelime olan çiçekleri ve meyveleri dahi tohumcuklar kelimeleriyle konuşturup dekaik-i san'atını ve kemâl-i rububiyetini ehl-i şuura talim ediyor.”
Sanat sineması devam ediyor nebatlar ve ağaçlardan sonra çiçekler ve meyveler sıraya girdiler. Çiçekler ve meyveler dekaik-i sanatını sanat inceliklerini gösteriyor, hangi meyveye baksan çiçeğe baksan sanat incelikleri ile dolu. Orhan Veli “Deli eder insanı bu dünya bu tepeden tırnağa çiçek açmış ağaç." Antenler kuvvetli ama bir kaynağa bağlı değil, olsun görmüş. Onun Bediüzzaman’ı olmadı ki.
"İşte, bu hadsiz kelimât-ı tesbihiye içinde, yalnız tek bir sünbül ve tek bir çiçeğin tarz-ı ifadesine kulak verip dinleyeceğiz, nasıl şehadet eder, bileceğiz. Evet, herbir nebat, herbir ağaç, pek çok lisanla Sânilerini öyle gösteriyorlar ki, ehl-i dikkati hayretlerde bırakır ve bakanlara "Sübhanallah, ne kadar güzel şehadet ediyor" dedirtirler.
Her bir ağaç ve nebatta ehli dikkati, dikkat ehlini kim bunlar, hayrete düşürecek ayrıntıları görür. Neredesin ehli dikkat.
"Evet, herbir nebâtın çiçek açması zamanında ve sünbül vermesi ânında, tebessümkârâne mânevî tekellümleri (ne demek tebessümkarane manevi tekellüm, çiçekler kimin tebessümü elbette Allah’ın, bir yamancı estetikçi çiçeklerin maveranın gülüşleri olduğunu söylüyor, öyle değil mi? İmajdaki tesbite bak çiçek tebessüm manevi konuşması. Her nereye baksam dopdolusunun Bediüzzamancası) hengâmındaki tesbihleri, kendileri gibi güzel ve zâhirdir. Çünkü, herbir çiçeğin güzel ağzıyla ve muntazam sünbülün lisanıyla ve mevzun tohumların ve muntazam habbelerin kelimâtıyla hikmeti gösteren o nizam, bilmüşahede, ilmi gösteren bir mizan içindedir. Ve o mizan ise, maharet-i san'atı gösteren bir nakş-ı san'at içindedir. Ve o nakş-ı san'at, lütuf ve keremi gösteren bir ziynet içindedir. Ve o ziynet dahi, rahmet ve ihsanı gösteren lâtif kokular içindedir. Ve birbiri içinde bulunan şu mânidar keyfiyetler öyle bir lisan-ı şehadettir ki, (ayrıntı bitmedi, çiçekleri ağıza benzetti. Sürekli tesbih ediyor, semavattan çiçeklere harika bir mantıki sıralama ile anlattı, oradan tohumlara geçti.)
Bütün bunlar “O'nun Sâni-i Zülcemâlini esmâsıyla tarif eder, hem evsâfıyla tavsif eder, hem cilve-i esmâsını tefsir eder, hem teveddüd ve taarrüfünü, yani sevdirilmesini ve tanıttırılmasını ifade eder. (Bütün bu incelikler onun sevdirme ve tarif etme maksatlarının tezahürleridir.)
Nasıl cüz'iyat ve neticelerde ve teferruatta kemâl-i hikmet ve cemâl-i san'at görünüyor. Öyle de, tesadüfî ve karışık tevehhüm edilen küllî unsurların, büyük mahlûkatın zâhiren karışık vaziyetleri dahi bir hikmet ve san'atla vaziyetler alıyorlar. İşte ziyanın parlaması, sair hikmetli hidemâtının delâletiyle, yeryüzünde masnuat-ı İlâhiyeyi izn-i Rabbânî ile teşhir ve ilân etmektir. (Burada ışığın bir gayesinin de Allah’ın sanatlarını teşhir ve göstermek olduğunu anlatıyor, bizim önümüzü gösteriyor, renkler dağıtıyor ama asıl maksad kendi eserlerini gün ışığında nazarımıza arzetmek, yoruma bak.)
Burada zemini yeryüzünü anlatır yeryüzü bir sanat galerisi , sanatın acaiplerini gösteriyor, niçin bunlara bakmadınız derse içimizden kaçı bir görsel imtihandan kazanarak çıkar. Bütün ömrümüz ilahi sanatın şeriklerine bakmakla geçti, arabaya, bak, paraya bak, daha neler neler bak bak bak ilahi sanata gelince söktü şafak)
Yüzü acaib-i san'ata bir meşher ve garaib-i mahlûkata bir mahşer ve kafile-i mevcudata bir memer ve sufûf-u ibâdına bir mescid ve makarr olan zemin, bütün kâinatın kalbi hükmünde olduğundan, kâinat kadar nur-u vahdâniyeti gösterir.
(zevk ve şuhud yani ilahi güzellikleri görmek şuhud ve ondan zevk almak, bu velayet ehlinin temrinleri.Onlar muhabbetten yaratıldı kainat, hem bütün zerrat. Bediüzzaman ise akla ve kalbe yorum zincirleriyle gösteriyor.)
"Hem mahlûkatın en hassas ve nuranî taifesi olan ehl-i keşif ve velâyetin ittifakıyla, zevk ve şuhuda istinad ederek, bir Cemîl-i Zülcelâlin cilvesine, tecellîsine mazhar olduklarını ve o Celîl-i Zülcemâlin kendini tanıttırılmasına ve sevdirilmesine zevk ile muttali olduklarını müttefikan haber vermeleri, yine bir Zât-ı Vâcibü'l-Vücudun, bir Cemîl-i Zülcelâlin vücuduna ve insanlara kendini tanıttırmasına kat'iyen şehadet eder.
"Hem kâinat yüzünde ve mevcudat üstünde işleyen kalem-i tahsin ve tezyin, o kalem sahibi Zâtın esmâsının güzelliğini vazıhan gösteriyor."
(Kainatı bir insana benzetti güzelliklerine ayrıntılarına dikkat çekti, bunları ancak kalbi uyanıklar görebilir.)
"İşte, kâinat yüzündeki cemâl ve kalbindeki aşk ve sinesindeki incizap ve gözlerindeki keşif ve şuhud ve hey'âtındaki hüsün ve tezyinat, pek lâtif, nuranî bir pencere açar. Onunla, bütün esmâsı cemîle bir Cemîl-i Zülcelâli ve bir Mahbub-u Lâyezâlîyi ve bir Mâbud-u Lemyezeli, hüşyar olan akıl ve kalblere gösterir
(Sıra insan başı ve hafızasına geldi, onların inceliklerine dikkat çekiyor, hiçbir şeyi boş bırakmamış, bütün kainatı sanatkar büyük sanatkar adına okuyor, öğretiyor. Kainat bir tahta o tahtanın başında sanat mektebi dersi veriyor.)
"Meselâ, hadsiz masnuattan, yalnız cüz'î bir misal olarak, insan başı içinde bir hardal küçüklüğünde bir yerde yerleştirilen kuvve-i hafızaya bakıyoruz. Görüyoruz ki, öyle bir câmi' kitap, belki kütüphane hükmündedir ki, bütün sergüzeşt-i hayatı, içinde karıştırılmaksızın yazılıyor. Acaba şu mu'cize-i kudrete hangi sebep gösterilebilir? Telâfif-i dimağiye mi? Basit, şuursuz hüceyrat zerreleri mi? Tesadüf rüzgârları mı? Halbuki, o mu'cize-i san'at, öyle bir Zâtın san'atı olabilir ki, beşerin haşirde neşredilecek büyük defter-i a'mâlinden, muhasebe vaktinde hatıra getirilecek ve işlediği her fiilleri yazıldığını bildirmek için bir küçük senet istinsah edip, yazıp, aklının eline verecek bir Sâni-i Hakîmin san'atı olabilir."
(Burada mahlukatın yüzündeki tebessümleri yorumlar,bunlar perde arkasında birinin sevdirmek ve tanıttırmak isteklerinin görüntüsüdür. Sevdirmek de Vedut ve Maruf isimlerini gösterir, sevdirmek isteyen ve anlayacak şekilde varlığı tarif eden, günlerimi verdim bunları yazdım ta ki neler olduğunu ben göreyim, ömrüm anlam kazansın, bakan gören olursa o da. Ömrüm metin tahlili ile geçti üdebanın şuaranın, bunları anlatmayı kendime geç kalmış borç iadesi olarak görüyorum.)
“Hem bütün mahlûkatın yüzüne tebessüm eden bütün ziynetli nebâtat ve hayvânattaki tezyinat ve gösterişler, bilbedâhe, perde-i gayb arkasında bu süslü ve güzel san'atlarla kendini tanıttırmak ve sevdirmek ve bildirmek isteyen bir Zât-ı Zülcelâlin vücub-u vücuduna ve vahdetine delâlet ederler. Demek, eşyadaki süslü vaziyetler, gösterişli keyfiyetler, tanıttırmak ve sevdirmek sıfatlarına kat'iyen delâlet eder. Sevdirmek ve tanıttırmak sıfatları ise, bilbedâhe, Vedûd, Mâruf bir Sâni-i Kadîrin vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet eder.”