Risale-i Nur’u maya olarak ‘kullanan’ ve Risale-i Nur çekirdeğini çocuksu gönülleri çelmek için vatan toprağına saçıp serpen ‘mâlum örgüt’ün muhteris lideri ‘Pensilvanyavî’nin Bediüzzaman Said Nursî’yi ‘pîr-i mûgân’ gibi sıfatlarla yüceltirken adını açıkça zikretmekten kaçındığı mâlumunuzdur.
Uzak geçmişte, kendisinin ve sözüm ona cemaatinin Said Nursî ile ilişkilendirilmesini, konjonktüre ve muhataba göre ya “Estağfirullah, biz kim, O muallâ şahsa talebe olmak kim!” yollu aşırı tevazu manevrasıyla ya da “yok öyle şey, biz nurcu değiliz!” edalı şiddetli tehevvür tavrıyla savuştururdu.
Ezcümle, “Said Nursî Üstadımızdır” yürekliliğinden uzak durmuştur Pensilvanyalı. (Hâşâ, Said Nursi’yi Üstad’ı kabul ediyor da saklıyor iması çıkmasın bu cümleden. Said Nursi’nin sadece adını ve itibarını kullanır ama içeride kendi itirafıyla ona karşı hiç dinmez bir öfke taşır.) Pensilvanyalı’nın Said Nursi’ye talebe olma bedelini de, talebe olmadığını açıkça beyan etme bedelini ödemekten kaçınması gerekiyordu. Proje buydu. Said Nursi’ye talebe olmadığını açık etse, Risale-i Nur’u ‘yem’ olarak kullandığı tuzaklar çökecek, “Risale okuyoruz” diye topladıkları insanların nazarlarındaki emanet itibarı bitecek. Said Nursi’ye talebe olduğunu vurgulasa, Said Nursi’nin ‘otoritesiz’ ‘şeyh-mürid’ hiyerarşisini reddeden, güce yaslanmaktan şiddetle kaçınan yürüyüşünü ihlal ettiği açığa çıkacak. Sorgusuz sualsiz itaat kültürü inşa etme projesi yıkılacak, itirazsız ‘teslimiyet’ yürüyüşünü sürdüremeyecek, ‘güç devşirme’ ve ‘ iktidardan pay alma’ hesaplarının dayanağı kalmayacak.
Aziz kardeşim Metin Karabaşoğlu’nun ardışık makalelerinde güzelce vurguladığı üzere, “yaptığı ters gelse de vardır bir hikmeti!” deyip yanında susulması gereken Hızır’ın yerine koymaz kendini Üstad. (Metin Karabaşoğlu’nun, “Hızır’ı beklerken”, “Yûşâ makamı”, “Hızır’ı beklerken Yuşa makamında kalmak” başlıklı yazılarını teenni ile okumanızı tavsiye ederim. Zira bu ‘örgüt’e karşı duruşumuzun gerekçesi sadece günün siyasi konuşlandırması olursa, o örgüte ya da benzerlerine yine kanarız ya da içimizde o örgütü onaylayan savruluş çekirdeğimizi sulamaya devam ederiz.)
Bizim yerimiz Hızır’ın yeri değil, Hızır’ın yanıdır, Hızır’ın yerine değil yanına geçeriz. Zira, Hızır’ın yanındaki Mûsa, kul Mûsa’dır; sebepler dairesinde yaşar, yanılabilir, düşebilir, yanlış görebilir: “Benim sözümü de ben söylediğim için kabul etmeyiniz.” der Üstad. Mûsa’nın yerinde olan kullara düşen talebeliktir; onlar sınanmaktadır, gördüğünün gördüğünden ibaret olmadığı dersini almaktadır: “Sözümü mihenge vurmadan almayınız!” demesi bundandır Üstad’ın.
“Üstad söyledi” diye sözü mihenge vurmadan kabul etmek, aslında, mihengini Üstad’ın sözüyle yormaya değer görmemek demektir. “İşte bak bu Üstad’ın sözü” diye alıntıları, düello aracı yapmak, mihenkleri hiç yerinden oynatmamak demeye gelir. Rakibini alt etmek için mızrağının ucuna Üstad’ın sözünü takmak, hakikatin bedelini başkasına ödetmek, hakikatin ucunu kendisine dokundurmamak demektir. Sözün sahihliği için yorulmayan bir akıl, sahih sözle yoğrulma fırsatını kaybeder.
Şimdi etraftaki tüm gürültüleri susturup şu sözün hakkını vermek için akıl teri dökelim. Zor zamanlarda yazılmıştır bu mektup. Umudun tükenir gibi olduğu, çaresizliğin kalpleri sardığı devirde, bedeli ödenerek söylenmiştir. Kastamonu’nun maddi manevi soğuğunda sarf edilmiştir: “Sen Isparta vilâyetindeki kahramanlara benzemek istiyorsan, tam onlar gibi olmalısın. (…) [B]enim gibi biçare günahkâr bir adamın arkadaşlığını evliyalara, belki de eğer bulunsaydı müctehidlere dahi tercih ettiler. Bu hakikata binaen, bu şehre bir kutup, bir gavs-ı âzam gelse, ‘Seni on günde velâyet derecesine çıkaracağım’ dese, sen Risale-i Nur'u bırakıp onun yanına gitsen, Isparta kahramanlarına arkadaş olamazsın.”
Gençliğimde kendisini ziyaret ettiğim Feyzi Pamukçu’ya yazılmıştır bu mektup. Keramet sahibi, ehl-i tarik bir Allah dostudur. Özellikle ona yazılmış olması yeni dikkatimi çekti. Anladığım kadarıyla, Üstad, söylediklerini otoriteleştiren, tavrını sorgusuz sualsiz doğrulatan ‘kutup’ ve ‘gavs’ gibi unvanlara-Allah sahibine bağışlasın-müstağni duruyor. “Şeyhimiz ne söylese doğrudur” kavilli, “Büyüğümüzün yaptığı yanlış da görünse vardır bir hikmeti” zeminli mihenksiz bir yoldaş istemiyor. Hızır’ın yanındaki Mûsa gibi olmalıyız diyor. Düşe kalka ilerlediğimiz ‘doğal’ bir yürüyüşe çağırıyor. İnsanî olana davet ediyor. Harbi ders arkadaşları istiyor, yanılabilir ama samimi bir talebelik istiyor. Kimsenin kimseye peder olmadığı, hiyerarşik olmayan kardeşlik beraberliği teklif ediyor.
Hal böyleyse, “Bediüzzaman Hazretleri böyle söyler!”lere sığınmayacağız. İddialarımıza “Hazreti Üstad”ı kefil yapmayacağız. Onunla beraber, onun söylediğini hazmeden bir sivil olarak var olacağız. Risale-i Nur’u, sadece yüzünden okunmayı bekleyen bir sevap makinesi olarak değil, yüreğimize dokunan, yüreğimizi dokuyan inşa edici bir metin olarak algılayacağız. Metni yüreğine dokunduranlar, sorumluluk üstlenir; ‘alıntı’larla adam dövmeye yeltenmez, tırnak içi ifadelerle rakibini alt etmeye kalkmaz. Alıntılardan alındıklarıyla kendini hesaba çeker, içine doğru yürür, kalbine dokunan hakkın ağırlıyla ihtiyarlar, saçlarını ağartır.
Neydi sahi konumuz?
Pensilvanya merkezli örgütün ilkesel olarak karşısında durmak. Hak üzerinden iktidar devşirmemek. Yenen/yenilen denkleminde kendine yer aramamak. Rekabet değil, rikkat yüklenmek. “Biz var ya biz…” diye başkalarını küçümseyen tavır içinde bulunmamak. Rahim ve Hakîm isimleri icabınca, hikmeti anaç bir tavırla, şefkatle ve kucaklayarak anlatmak; eksikliğini bilmeyenleri ve yanlışlarını görmeyenleri sabırla onarmaya çalışmak…