Hayati Bey Erol’u yolcu ettikten sonra yazıhaneye döndü. Vesvese konusunda bu güne kadar yaptıkları tartışmaları ve kendisine sorulan soruları bir liste hâline getirmek istiyordu.
Yayınevini şöyle bir dolaştıktan sonra komşusu Ümit Bey’e bir selam vermek geldi içinden. İçeri girdiğinde Ümit Bey bir müşteriyle ilgileniyordu. Onu görür görmez,“iyi ki geldin” dedi. “Bir şeye fena halde canım sıkılmıştı. İçimi dökecek bir dost arıyordum.”
Hayrola dedi Hayati Bey.
“Anlatacağım. Fakat gıybet olmasın diye, isim vermeyeceğim. Aslında, konuşmasam daha iyi olur, ama içim içime sığmıyor. Adam, daha düne kadar ismini ağzından düşürmediği ve göklere çıkardığı birinden küçük bir ilgisizlik görmüş. Mazinin tümü üzerine kalın bir çizgi çekmiş. Bana dert yanmaya başladı. Bununla kalsa ne ise! Daha sonra onun kötülüklerini sıraladı. Onu dünyanın en aşağılık adamı ilan edecekti ki müdahale ettim. Dilimin döndüğünce bir şeyler söyledim. Fakat içim halâ kaynıyor. İnsan bu kadar nankör olmamalı!”
Hayati Bey, daha ilk adımında bir konu yakalamıştı. Bu olay da şeytanın bir oyunuydu.
“Ben hemen geliyorum.” diyerek yerinden kalktı.
Ümit Bey, bir şey anlamamıştı. Hayati Bey’in ardından bakakaldı.
Az sonra Hayati Bey elinde birkaç parça kâğıtla geri döndü.
“Özür dilerim” dedi. “Benim bu ara zihnim hep şeytanın oyunlarıyla meşgûl. Sen konuşunca yeni bir oyunu yakalamış oldum. Bu konuda da bir şeyler not almış olacaktım; onları bulmaya gittim. Böylece konuşmamız da bir gıybet havasından çıkıp, ilmî bir müzakereye dönüşmüş olur.”
Buna çok sevinirim, dedi Ümit Bey.
Hayati Bey yerine oturdu.
“Sana iki cümle okuyacağım. İkisinde de hedef aynı.
“Bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa bir dağı setreder, göstermez.”
“Bir mü’minin bir tek seyyiesiyle bütün hasenatını örter. Şeytanın bu desiseni dinleye insafsızlar mü’mine adavet ederler.”
Bildiğin gibi, seyyie ‘kötü şey’, hasene ise ‘güzel şey’ demektir. Bu kelimelerden birincisi günah, ikincisi sevap mânasında kullanılır. Cenab-ı Hak günah işleyeni hemen cehennemine atmıyor. Binler günah işleyeni de atmıyor. Ne yapıyor? Mahşerde kurulacak o İlâhî mizanda, mü’minin sevapları günahlarına galip gelirse onu cennetine gönderiyor. Bu, Allah yoludur, Rahmanî çizgidir. Bir hatası yüzünden bir mü’mine düşmanlık etmek ise bunun tersi olan şeytanî yoldur.
Ümit Bey’in gözlerinin içine bir süre baktı:
“Bak değerli kardeşim, senin sözünü ettiğin kişi bu şeytanî yola girmiş. Fakat dikkat et! Sen de bu hatası yüzünden ona düşmanlık edersen sen de aynı yolun yolcusu olursun.”
Ümit Bey şaşırmıştı. Böyle bir sonuç beklemiyordu. Diyecek bir şeyi de yoktu. Dost acı söylerdi.
Devam etti Hayati Bey,
“Aslında işin acı tarafı nedir, biliyor musun? Bir mü’mine düşmanlık etmemize yol açan şeyin, işlenen bir günah olmayıp sadece bizim düşüncelerimize ters düşmesi, hevesimize uymaması, menfaatimize yardım etmemesi, nefsimizin hoşuna gitmemesi. Sözünü ettiğin kişinin öfkesi de bu gruba girer sanırım.”
“Aynen öyle!” dedi Ümit Bey. “Adamın bir yakını varmış. İşe girmesi için aracı olmasını istemiş; o da kabul etmemiş.”
Hayati Bey, acı bir gülümsemeyle:
“Bu daha farklı bir olay. Adama, ‘Niçin haksızlık yapmıyorsun?’ diye kızmış. Yani, ‘Şeytana niçin uymuyorsun?’ diye hiddetlenmiş?”
Başını önüne eğdi. Kafasını esefle sallayarak:
“Şeytan bundan ne kadar memnun kalmıştır?!.. Bir bilseydi...” dedi.
Az sonra dışardan bir çocuk çığlığı geldi. Ümit Bey hemen dışarı fırladı. Çocuğun başından kanlar akıyordu. Canının acısından, taşı atan çocuğa ağza alınmayacak küfürler savuruyordu. Ümit Bey çocuğa fena halde kızdı. “Kes sesini! Öyle söyleme. Bu sözler bir Müslüman evladına yakışır mı?” dediyse de çocuğun oralı olduğu yoktu. Hem ağlıyor, hem sövüyordu.
Hayati Bey de kapının önüne çıkmış olanları seyrediyordu.
Ümit Bey dükkâna döndü. İçeri girip oturduklarında, Hayati Bey gayr-i ihtiyari güldü:
“Sen o çocuğa neler söylüyordun?” diye sordu.
Ümit Bey dediklerini aynen tekrarladı.
“Peki” dedi Hayati Bey, “Çocuğun kafasını yaran diğer çocuğa ne yaptın?”
“O kaçıp gitmişti. Kendisini hiç göremedim bile!”
“Peki, o çocuk sana deseydi ki, ‘Amca sen beni bırak da bana bu sözleri söyleten çocuğu yakala!’ Ne diyecektin?”
Ümit Bey, susmayı tercih etti. Hayati Bey:
“Bu sahne, toplumda işlenen günahlar ve kişilerin onlara verdikleri yanlış tepkilerin tipik bir örneğidir. İnsanlar, hatalara karşı çıkar, onları işleyen insanlara hücum ederler. Bunu yaparken, o kişileri yanlış kararlara götüren nefislerini ve o nefisleri aldatan şeytanı hiç düşünmezler.”
Bir süre sustu. Bir şey hatırlamaya çalışıyor gibiydi.
“Tamam” dedi. “Aklıma geldi. Yıllar önce bir hikmet dersi okumuştum. Abdulkadir Geylanî Hazretleri’ne ait bir ders. Buyuruyordu ki, ‘Fasıklara ancak arifler acır.’”
“Çok güzel. Gerçekten harika!” dedi Ümit Bey. Yani, “Hastalara ancak tabipler acır” demiş oluyor.
“Bu tespit de güzel!” dedi Hayati Bey:
“Doktor, hastalığa sebep olan mikropları çok iyi bilir. Hastayla kavga etmek yerine mikroplara harp ilan eder. Gerekli ilaçları ve vitaminleri hastanın imdadına gönderir.
Günahkâr ve fasık insanlar, nefislerine mağlûp olmuş ve şeytanın oyununa gelmişlerdir. Yanlış sözleri, hatalı işleri, bozuk davranışları bu hastalığın birer tezahürü gibidir. Arif insanlar, işin farkına varır ve onlara şefkâtle yaklaşırlar. O zavallı insanları kurtarmaya çalışırlar. Bu, zor ama çok faydalı bir iştir. Bu yol peygamber yoludur. Bütün peygamberler, küfürle mücadele etmişler ve insanları ondan kurtarıp mümin etmeye çalışmışlardır. Keza, şirkle kavga etmiş, ona kapılanları tevhide davet etmişlerdir. Kötü ahlâkları kötülemiş, ahlâksızları güzel ahlâkla donatmaya gayret etmişlerdir.
Bu yola giren kişiler, Allah’ın sadık dostları ve şeytanın amansız düşmanı olurlar. Yanlış yolda gidenleri kurtarmak yerine, onlarla kavgaya girişmek ise şeytanın işini kolaylaştırır. Çünkü kişi kendisiyle kavga edenin fikrine ve inancına da düşman kesilme eğilimindedir. Bu ise sonucu çok vahim ve sebep olanı sorumlu kılacak büyük bir cinayettir.”
Bu olay bizi konumuzdan hayli uzaklaştırdı.” dedi Hayati Bey, “Sözün neresinde kalmıştık?”
Ümit Bey:
“Kişilere, günah işledikleri yahut harama girdikleri için değil, menfaatimizi ters düşen işler gördüklerinden dolayı karşı çıktığımızdan söz etmiştiniz” dedi.
“Tamam” dedi Hayati Bey, “Şunu söyleyecektim. İnsanlar gözlerini helal yahut harama dikmekten, kulaklarıyla doğru yahut yanlış şeyler dinlemekten imtihan edildikleri gibi, hislerinden de benzer bir imtihan geçirirler. Sevmek ve düşman kesilmek de insanoğlunun iki önemli hissidir; Allah için sevmek ve yine Allah için gazap etmek gerekir. Aksi halde bu hisler yanlış kullanılmış olur.”
Derince bir nefes aldı:
“Bunun ölçüsü ne?” diye sorabilirsiniz. “Ölçü, İslâm’ın koyduğu esaslardır.
Mü’mini sevmek, Allah için bir sevgidir. Zira, bu sevgide, mü’minin şahsında iman sevilmektedir. Kâfir ve münafığı sevmemek de Allah için gazap etmeye girer. Burada da o kişilerin şahıslarında küfre ve nifaka düşmanlık söz konusudur.
Şimdi düşünelim: Bir mü’min kardeşimizden küfür, şirk ve haram olmayıp sadece nefsimize ters düşen bir muamele gördüğümüzde ona düşmanlık edersek, bu davranışımız Allah için değildir. Çünkü karşı çıktığımız şey, Allah ve Resulünce yasaklanmış bir küfür, bir şirk, bir haram değildir. Burada, Allah için sevmemiz gereken iman sıfatına karşılık, terazinin öte kefesinde nefsimizin hatırı vardır. Sonucun vahametini düşünebiliyor musunuz?”
Ümit Bey,
“Dostum, dedi “sizi tebrik ediyorum. Düşünceleriniz gerçekten çok isabetli ve çok güzel. Fakat insan her zaman hislerine hakim de olamıyor. Sürekli ikaz edilmeye, uyarılmaya ihtiyacı var.”
Hayati Bey:
“Bu konuya ilgi duyuyorsan, sana harika bir eser vermek isterim.”
“Memnun olurum.” dedi Ümit Bey.
Hayati Bey,
“Hasan,” dedi. “Bir dakika gelir misin?”
Yayınevine git. Benim istediğimi söyleyerek bir Uhuvvet Risalesi getir.”
Risale geldiğinde, “Bu sana hediyem olsun. Her satırını dikkatlice okumanı tavsiye ederim. Çok önemli düsturlar bulacaksın.”
Ümit Bey
“Çok teşekkür ederim” diyerek kitabı aldı.
Hayati Bey kitabı tekrar geri isteyerek,
“İstersen sadece bir paragraf okuyayım.” dedi. Ve kitabı açarak arkadaşına şu cümleleri okudu:
“Nasılki sen, âdi küçük taşları, Kâ’be’den daha ehemmiyetli ve Cebel-i Uhud’dan daha büyük desen, çirkin bir akılsızlık edersin. Aynen öyle de: Kâ’be hürmetinde olan îman ve Cebel-i Uhud azametinde olan İslamiyet gibi çok evsâf-ı İslâmiyye; muhabbeti ve ittifakı istediği halde, mü’mine karşı adâvete sebebiyet veren ve âdi taşlar hükmünde olan bâzı kusuratı, îman ve İslâmiyete tercih etmek, o derece insafsızlık ve akılsızlık ve pek büyük bir zulüm olduğunu aklın varsa anlarsın!..”
Kitabı Ümit Bey’e uzatırken,
“Sizi yeterince meşgûl ettim; müsaadenizle.” diyerek kalktı.” (Zafer)