Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) vahyin inişi esnasında, bizim bildiğimiz alemden başka bir aleme geçiyor; adeta bizim alemimize kapanıyor, bu alemden ayrılıyor, bir başka buuda giriyordu. Bu meselede hususi donanıma sahip olmakla beraber vahyin ağırlığını çok ciddi hissediyor; o alemle irtibatın manevi baskısını yaşıyor; vahyi almadaki zorluğu duyuyordu.
İşte bu nedenle Allah Teala "Gerçekten Biz sana taşıması ağır ve pek kıymetli ağır bir söz vahyediyoruz." (Mûzzemmil, 73/7) buyurmuştur.
"Taşıması ağır ve pek kıymetli" olarak tercüme ettiğimiz kelimenin aslı "sakîl"olup, Cenab-ı Allah bu âyette Kur'ân hakkında sakîl söz tabirini kullanmaktadır. Sakîl ağır demektir ki, Katâde ve Mücahid gibi ilk dönem müfessirleri bu ağırlığı Kur'an'daki emir ve yasakların, haram ve helâllerin önemi ve yerine getirilmelerindeki güçlükle izah ederken, Hüseyin ibn Fazl, "Ancak Allah'ın yardımına, muvaffakiyet vermesine mazhar bir kalbin ve Tevhid'le donatılmış bir nefsin taşıyabileceği bir ağırlık" olarak yorumlar (Kurtubî).
Gerçekten de, özellikle Kur'an olarak tecellî eden vahyin ağırlığını anlayabilmek açısından şu âyet çok önemlidir:
"Bu Kur'ân ki, eğer onu bir dağın üzerine indirmiş olsaydık, (onca cesametine rağmen) o dağın, Allah'a olan derin saygı ve taziminden dolayı başını eğip parça parça olduğunu görürdün. İnsanlar için böyle temsillerde bulunuyoruz ki, sistemlice düşünüp gerekli dersi alsınlar."(Haşr, 59/21)
Vahiy, Cenab-ı Allah'ın Kelâmî tecellisidir. O'nun isim ve sıfatları için derece farkı söz konusu değildir. Dolayısıyla, Kudret tecellisi ne ise, Kelâm tecellisi de odur. O'nun doğrudan, yani sebepler ötesi bir lem'acık Kudret tecellisi nasıl Hz. Musa (a.s.)'ın yıldırım çarpmışçasına cansız gibi bayılıp düşmesine ve yanı başındaki dağın toz olmasına yol açmışsa (Bakara, 2/143), Kelâm'ı da aynı tecelli gücüne sahiptir. Ne var ki O, Kelâm tecellisinde her bir peygamberin o tecelliyi alabileceği derecede tenezzülde bulunur; yani bu tenezzül, peygamber olan zâtın kapasitesine göredir.
Evet, Hz. Musa (a.s.) peygamberler içinde beş büyük peygamberden biri olmasına rağmen, bir dağı toz haline getiren Kudret tecellisine dayanamamıştır. Fakat, Cenab-ı Allah'ın Kur'an'ı teşkil eden Kelâm tecellisi, bu Kudret tecellisinden daha az şiddette değildi. Değildi ki, eğer o tecelli herhangi bir dağa olmuş olsaydı, yukarıda meali verilen âyet-i kerimede buyrulduğu üzere, o dağ parça parça olurdu.
Kur'an'daki bu tecellinin şiddetine işaret eden bir başka âyette de şöyle denmektedir:
"O Kur'an ki, eğer İlâhî bir kitapla dağlar yürütülecek veya yeryüzü parça parça edilecek ya da ölüler konuşturulacak olsaydı, bunlar ancak onunla olurdu."(Ra'd, 13/31).
Demek ki, Kur'an'ı teşkil eden İlâhî tecellinin şiddeti, dağları yürütecek, bunun da ötesinde yeryüzünü parça parça edecek ve ölüleri diriltecek derecededir.
İşte bu tecelliye dayanabilecek tek kalb, peygamberliğin sertacı olan Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.)'ın kalbiydi ki, Allah Kur'an'ı O'na gönderdi. Buradan o Zât'ın sahip olduğu manevî-ruhî gücün derecesini az da olsa anlayabiliriz.
Mufessir Razi ise, ayette geçen "sakil-ağır" kelimesiyle ilgili farklı görüşleri almış, en başta da kendi görüşünü belirtmiştir. Esasen ayetin bütün bu anlamları içine alması mümkündür.
a) Bana göre tercihe şayan olan, bu sözün ağır oluşu ile kastedilen, onun kadr-u kıymetinin büyük ve yüce oluşudur. Çünkü enfes ve kıymetli olan herşey ağırdır. İşte Ata'nın rivayetine göre İbn Abbas (r.a.)’ın bu ayete, "Büyük bir söz vahyettik" manasını verişi de aynı mahiyettedir.
b) "Ağır bir söz" ifadesiyle kastedilen Kur'ân-ı Kerîm ve genel manada bütün mükellefler için, özel manada da Hz. Peygamber (s.a.s)'in zor ve güç mükellefiyetler demek olan Kur'ânî emir ve yasaklardır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s), bunları bizatihi yüklenmiş ve ümmetine tebliğ etmiştir. Velhasıl bunun ağır, onunla amel etmenin ağırlığı manasına varıp dayanır. Zira mükellefiyet, yapılmasında külfet ve meşakkatin bulunduğu şeyleri üstlenmek manasınadır.
c) Hasan el-Basrî'nin "O, (Kur'ân), kıyamet günü mizanda ağırdır." dediği rivayet edilmiştir. Bu, Kur'ân'ın sağladığı menfaatin çokluğuna ve onunla amel etmenin mükafatının bolluğuna bir işarettir.
d) Bununla, o Kur'ân'ın, kendisine vahyedildiğinde, Hz. Peygamber (s.a.s)'e ağır geldiği anlatılmak istenmiştir. Rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a.s), deve üzerinde İken vahiy geldiğinde, üzerindeki bu iş, o deveye öylesine ağır gelirdi ki böylece çenesi ile göğsünün çukurunu yere kor, daha hareket edemezdi.
İbn Abbas (r.a), "Hz. Peygamber (s.a.s)'e vahiy geldiğinde, bu ona çok ağır gelir ve yüzünün rengi değişirdi" dediği rivayet edilir; Hz. Ali (r.a)'nin de şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Hz. Peygamber (s.a.s)'i, soğuk bir günde vahiy inerken gördüm: O vahiy (meleği) kendisinden ayrıldığında, alnından terler akıyordu."
e) Ferrâ, bu ifadeye, "hafif ve değersiz olmayan bir söz" manasını vermiş ve "Çünkü bu, Tebareke ve Teâla olan Rabbimizin kelamıdır." demiştir.
f) Zeccâc, "Bu, doğruluğu, açıklaması ve faydası açısından son derece güçlü bir sözdür" manasını vermiş ve "Bu tıpkı, bir sözü güzel bulup, onun hikmet ve beyandaki yerine oturduğunu gördüğünde söylediğin, "Bu ağır bir söz, kıymetli bir kelamdır" sözü gibidir" demiştir.
g) Ebû Ali el-Farisî de, "Bu, sırlarını ve içyüzlerini ortaya koyup, dinlerini ve sözlerini boşa çıkarıp çürüttüğü için, münafıklara ağır gelen bir sözdür." manasını vermiştir.
h) Ağır olan bir şeye yakışan, bulunduğu yerde sabit kalıp, oradan kıpırdamamasıdır. Binâenaleyh ayetteki, "ağır" sözü, Kur'ân'ın, kıyamete kadar, her zaman bakî kalacağına bir kinaye (bir işaret) olup, tıpkı "Şüphesiz o zikri (Kur'ân'ı) Biz indirdik. Onu yine Biz koruyacağız" (Hicr, 9) ayeti gibidir.
i) Bu, "Akıl, tek başına, onun faydalarını ve manalarını tamamen anlayıp ihata edemez" manasında ağırdır. Binâenaleyh kelamcılar onun ma'kulatının (akılla anlaşılan şeylerinin) denizine dalmış; fukaha da onun hükümlerini incelemeye yönelmiş; keza dilciler, nahivciler ve me'ânî alimleri de, Kur'ân'ı incelemeye yönelmişler, ama yine sonra gelen herkes, o eskilerin ulaşamadığı yeni yeni faydalar, hikmetler ve manalar yakalayabilmişlerdir. Böylece tek bir insanın, onu tek başına taşımayacağını, o yükün altına giremeyeceğini anlamış bulunuyoruz. Bu sebeple de Kur'ân, mahlûkatın kendini taşımaktan aciz olduğu ağır bir yük gibi olmuş olur.
k) Kur'ân, muhkem ve müteşabihi, nâsih ve mensûhu ihtiva ettiği için ağırdır. Çünkü aklî ve hikemî ilimlerin tümünü kuşatan (bilen) derin alimler hariç, hiç kimse bu kısımları birbirinden seçemez. Böyle olunca da hiç şüphesiz bu Kur'ân'ı çepeçevre kuşatmak, çoğu insana ağır gelir. (bk. Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 22/210-213.)
Sorularla İslamiyet