Hristiyanlar Hz. İsa'ya olan sevgilerini yanlış kullanmalarından dolayı hataya düşmüşlerdir. Halbuki peygamberleri sevmek ve onları methu sena etmek dinimizin emridir. Bizlerde Peygamberimizi (sav) Allah'ın Peygamberi olması hasebiyle onu ne kadar çok sevip methetsek yinede azdır. Bu bakımdan ona olan sevgimizi doğru kullandıktan sonra, ne kadar sevsek ve methetsek Peygamberimiz (sav) ona layıktır.
Günümüzün zavallı insanı, nice değer ölçülerini kaybettiği gibi, peygamberlere ve özellikle de peygamberler sultanı Hz. Muhammed Aleyhisselâma karşı, bakışı, tavrı, düşüncesi de tamamen alt-üst olmuş durumda. Oysaki O'nu, herhangi bir insan gibi beşerî kriterlerle değerlendirmemiz kat'iyen doğru değildir. Hattâ mümkün de değildir. Zirâ O, yeryüzünü yeniden dizayn etmek ve insanlığa yeni ufuklar açmak üzere müstesna bir ruh ve müstesna kabiliyetlerle donatılarak gönderilmiş bir insandır ve O'nu takdir bizim kriterlerimizi aşar. Bu itibarla, kim ne anlatırsa anlatsın O'nu tam anlatmış olamaz. O'nu en iyi anlayanlardan biri olan Hassan b. Sabit'in:
وَمَا مَدَحْتُ مُحَمَّداً بِمَقَالَتِي وَلَكِنْ مَدَحْتُ مَقَالَتِي بِمُحَمَّدٍ “Ben sözlerimle Muhammed (sav)'i övmedim. Fakat O'nunla sözlerimi methettim.”
dediği gibi, bütün güzel sözlere güzellik kazandıran o sözler içindeki O'nun yâd-ı cemîlidir. Yoksa bizim ifadelerimizin O'na kazandıracağı hiçbir şey yoktur. Küçük tasarruflarla aynı sözü Farazdak da kullanır, asrın büyük mütefekkiri de Kur'ân için aynı sözleri söyler:
(1) وَمَا مَدَحْتُ الْقُرآنَ بِكَلِمَاتِي وَلَكِنْ مَدَحْتُ كَلِمَاتِي بِالْقُرآنِ
Bütün bunlar bir ölçüde aynı duygu ve aynı düşünceyi paylaşmanın neticesidir. Hepsi de ilhamlarını aynı kaynaktan almış ve aynı şeyleri, ayrı ibarelerle söylemiş kimselerdir; bazısının mücmel bıraktığını diğeri tafsil edip açıklamış; bazısı daha şairâne gitmiş ama hep aynı mihver etrafında dönüp durmuşlardır. Aynı şekilde bizler de, her yönüyle tahdis-i nimet olan, O'na ümmet olmanın ayrıcalığını yaşıyor ve coşkunluğumuzu haykırıyoruz: Rabb'imize ne kadar hamd ve şükretsek azdır ki, bizleri en büyük bir nimetle serfiraz kılmış ve Hz. Muhammed Mustafa (sav)'ya ümmet eylemiştir. Bu bir Fazl-ı İlâhîdir. O fazlını istediğine ve istediği ölçüde verir. Ancak bize verdiği hiçbir ölçü ve tartıya gelmeyecek kadar engindir. Evet başkalarına göre bize bahşedilen sahili olmayan bir ihsan denizidir...
Ancak, meselenin bir de diğer yönü var ki, sormadan edemeyeceğim. Acaba O Sultan'a lâyık bir gönül tahtına sahip miyiz? Sultan tahtında âram etmekte midir? Gönüllerimiz her an O'na açık mıdır? Otururken, kalkarken, yerken, içerken ve bütün hareketlerimizde Hz. Muhammed Aleyhisselâmın mülâhazası kalb ve aklımıza hakim midir?.. Ve hayatımız bütünüyle O'nun çizgisinde midir?.. Eğer cevabımız müsbet ise, işte o zaman, turnayı gözünden vurduk demektir. Artık rüya ve hülyâlarımızı, hep O'nun güzel yüzlü nur cemâli süslüyor ve dolayısıyla da bizler Muhammedî bir cemaat haline gelmişiz demektir. Ahlâken O'nun ahlâkıyla ahlâklanan, hayatının her safhasını Muhammedî edep ile süsleyen bir cemaat ise, yeryüzünün denge unsurudur. Kanaatım odur ki, henüz bu dengeyi bulamayışımızın bir tek sebebi vardır; o da Muhammedî ruhta istenen seviyeye ulaşamayışımızdır.
O, Allah'ın hususî olarak yarattığı ısmarlama bir insandır. Bir insan olarak aramıza katılışı bizler için en büyük bahtiyarlıktır. Çünkü cennetler bile O'nun teşrifiyle şeref kazanmıştır ve şeref kazanacaktır. Bu itibarla, insanımıza O'nu, hem de kendi kâmetine uygun anlatabilmek bizim için en büyük vazifedir. Zira insanlık O Sultanı anladığında ve O'na tabi olduğunda hakiki insanlığa erecektir.
(1) “Kur'ân'ın hakâik-i i'cazını ben güzelleştiremedim, güzel gösteremedim; belki Kur'ân'ın güzel hakikatları benim tabirâtlarımı da güzelleştirdi, ulvîleştirdi” (Bediüzzaman, Mektû-bât, s. 370)
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet