Hasan Yenibaş'ın yazısı
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) risalet gibi önemli bir vazifeyle gönderilmiş olması hasebiyle pek çok önemli işle meşgul oluyordu. Konumu ve vazifesi gereği, vahiy alıyor, gelen vahyi ashabına iletiyor ve onun pratikte nasıl uygulanacağını da bizzat gösteriyordu. Aynı zamanda bir toplumu idare ediyor ve devlet sistematiğine dâir prensipler koyuyordu. Bu çerçevede uluslararası ilişkiler yürütüyor, elçiler gönderiyor ve gelen elçilerle görüşüyordu. Dinin anlatılması için de dört bir tarafa mürşid ve mübelliğler gönderiyordu. Bir hâkim ve müftü sıfatıyla davalara bakıyor ve aynı zamanda bir hukuk sistemi inşa ediyordu. Bir ordu komutanı olarak ordunun başında sefere çıkıyor ve savaş idare ediyordu. Hepsinden öte, O, Allah’a kulluk noktasında da en önde bulunuyordu. Kulluğunda sürekli derinleşiyor ve ibadet hayatı itibariyle de en güzel örneği teşkil ediyordu. Hâsılı O, din ve dünya işlerinde ümmetinin yegâne rehberiydi. Bütün bir hayatı talim etme misyonuyla gelmişti. Meşgul olduğu ulvî ve önemli işlerin yanında, teferruat gibi gözüken meseleleri de ihmal etmiyordu. Bu çerçevede, ashabıyla ve onların şahsî problemleriyle de yakından ilgileniyordu.
Çok önemli işlerle uğraşan kimseler genellikle teferruatla ilgilenemezler. Meselâ, büyükçe bir işletmenin yöneticisi konumundaki bir kimse, mesuliyeti altındaki kimselerin hususi durumlarını pek bilmez. Burada bizim dikkat çekmek istediğimiz husus, Peygamberimiz’in çok önemli işlerin yanında ashabını yakından tanıması ve onlarla yakından ilgilenmesidir. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), genel işlerle uğraşırken teferruat sayılabilecek şeyleri de ihmal etmeyerek dengeyi temsil ediyordu. Bu itibarla insan-ı kâmil ufkunun en büyük temsilcisi olan Efendimiz, birbirine zıt gibi gözüken özellikleri aynı ânda kendisinde bulundurmaktaydı. Aslında güzel ahlâklar birbirine ters ve aykırı değildir. Fakat kemal derecede olunca birbirleriyle müzahamet edip çekişirler. Yani biri galip gelse, öbürü zayıflaşır. Meselâ, hilim ve şecaatin kemal dereceleri gibi. Yani bir insan son derece hilim sahibi ise son derece şecaat gösteremez. Veya son derece şecaat sahibi ise son derece halim-selim olamaz. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ahlâkî vasıfları incelendiğinde, fazilet sayılan bütün özelliklerin zirve noktada kendisinde toplandığı görülecektir. Bu hususa işaret eden Bediüzzaman Hazretleri, Efendimiz’de ahlâkî vasıfların kemal derecede ve birbirlerinin sınırını ihlâl etmeden inkişaf edip gelişmelerini mucize olarak değerlendirmektedir.1 Çok genel meselelerle uğraşmak durumunda olan Efendimiz’in, ashabını çok yakından tanıması ve en küçük meseleleriyle de yakından ilgilenmesi peygamberliğinin delillerinden biri sayılmalıdır.
O (s.a.s.) Ashabını Çok İyi Tanıyordu
Peygamberimiz’in ashabıyla yakından ilgilenmesinin tezahürlerinden biri de onları yakından tanımasıdır. O, ashabını bir aile reisinin aile fertlerini tanıması gibi tanıyor ve eksikliklerini hemen fark ediyordu. Konuyla ilgili şu misâli vermek istiyoruz:
Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hususî duasına da mazhar olan ve O’nun tavassutuyla evlenen Cüleybib, Rasûlullah Efendimiz’in bizzat iştirak ettiği gazvelerden birine katıldı. Zorlu bir savaş yapıldı. Bu savaşta Müslümanların önemli kayıpları oldu. Savaş bittikten sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz: “Kayıplarınız var mı? Bir bakın!” dedi. Ashab-ı Kiram kimlerin şehit düştüğünü tespit etmek üzere koşuştular. Sonra dönüp gelerek: Falan, falan, falan sahabiler şehit oldu, dediler. Rasûlullah Efendimiz: “Bir daha bakın başka kaybınız var mı?” diye sordu. Sahabiler harp meydanını bir daha dolaştıktan sonra, geri kalan şehitlerin adlarını söylediler.
Hz. Peygamber’in (aleyhissalâtü vesselâm) özellikle öğrenmek ve önemini diğer sahabilerine de öğretmek istediği bir şehit vardı. Ondan haber getirmelerini istiyordu. Belki de o şehit, hayatında da önemsenmediği gibi ölümünden sonra da önemsenmiyordu. Fahr-i Cihan Efendimiz daha açık konuştu: “Cüleybib’i aranızda göremiyorum. Haydi, bir araştırın!” buyurdu.
Ashab-ı Kiram, savaş alanına bir daha koşuştular. Devirdiği yedi müşrikin arasında Cüleybib’in şehit düşen bedenini gördüler. Koşup Hz. Peygamber’e durumu haber verdiler. Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) hemen oraya geldi. Kolları âdeta budanmış olan şehit Cüleybib’i kollarına aldı: “Yedi kişi öldürmüş, sonra da onu şehit etmişler. Bu gördüğünüz zât bendendir; ben de ondanım!” buyurdu. Cüleybib için kabir kazdılar. Rasûl-i Ekrem Efendimiz onu mübarek elleriyle kabrine koydu.2
Görüldüğü gibi, Efendiler Efendisi ashabını yakından tanıyor ve onlara hayatlarında da ölümlerinden sonra da sahip çıkıyordu.
Ashabına Çok Düşkündü
Peygamberimiz (aleyhissalâtü vesselâm), ümmetine çok düşkündü. Bu husus bizzat Kur’ân tarafından şu şekilde ifade edilmiştir: “Andolsun size içinizden öyle bir peygamber geldi ki, gayet izzetli ve şereflidir. Sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir, üstünüze titrer, mü’minlere gayet merhametli ve şefkatlidir.”3 Âyetin ifadesiyle, değil ümmetinin azap görmesi, birtakım zahmetlere, sıkıntılara uğraması bile onu üzer, son derece rahatsız eder.4 Tabir yerindeyse, Peygamberimiz (aleyhissalâtü vesselâm) ümmetinin üzerine hassasiyetle titremektedir. Peygamberimiz’in ümmetine karşı sevgisinin en önemli kaynağı merhamet ve şefkat duygusudur.
Peygamberimiz ashabını seviyor ve onları koruyordu. “Sakın ha sakın, ashabım hakkında uygunsuz, yakışıksız söz söylemeyin. Onları seven beni sevdiği için sever. Onlara buğzeden de bana buğzettiği için buğzeder. Onlara eziyet veren bana eziyet vermiş olur. Bana eziyet verense Allah’a eziyet etmiş sayılır. Allah’a eziyet vereni de Allah hemen cezalandırır.”5 hâdîsi ve benzerleri O’nun ashâbına olan sevgisinin delilidir.
Peygamberimiz vefat ettiği gün, ömrünün son saatlerini Hz. Âişe’nin odasında geçirmişti. Kendi ifadesiyle “Refik-i a’lâ”ya yani En Yüce Dost’a kavuştuğu ân onun odasında bulunuyordu. Kendileri rahatsız oldukları için cemaate namazı Hz. Ebû Bekir kıldırıyordu. Sahabe namaz için saf tutmuştu. Peygamberimiz bir aralık Hz. Âişe’nin odasının perdesini kaldırıp ashabına baktı. Onları namazda cemaat hâlinde görünce tebessüm buyurdular. Hz. Ebû Bekir, Peygamberimiz’in namaz için çıktığını düşünerek geri çekilmek istedi. Ancak Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Ebû Bekir’e namazı tamamlamasını işaret etti. Daha sonra tekrar içeri girdi ve odanın örtüsünü kapattı. Bu ashabını son görüşüydü. Zîrâ o gün irtihal-i dar-ı bekâ buyurmuşlardı6. Onlara düşkünlüğünden dolayı son kez ashabına bakmış ve onları cemaat hâlinde görünce de sürur izhar etmişlerdi.
Ashabının Dertleriyle İlgilenirdi
Peygamberimiz, ashabının dertleriyle ilgilenir, onlardan yakın ilgisini esirgemezdi. Meselâ, büyük bir işletmenin genel müdürü, değil çalışanların küçük dertleriyle ilgilenmek, çoğu kez onların isimlerini bile bilmez. Oysaki bir lider raiyeti altındaki insanlarla mutlaka ilgilenmeli ve beraber olabilecekleri ortamları oluşturmalıdır. Her fert, bütünün vazgeçilmez bir parçasıdır. Bundan dolayı toplumu oluşturan her fertle sağlıklı bir münasebet kurulması gerekir. Peygamberimiz (aleyhissalâtü vesselâm), her yönüyle olduğu gibi bu yönüyle de mükemmel bir lider ve rehberdir.
Biz konumuzla ilgili oldukça dikkat çekici bir misal vermek ve değerlendirmemizi bunun etrafında yapmak istiyoruz. Câbir b. Abdullah anlatıyor: “Resûlullah’la (sallallâhu aleyhi ve sellem) birlikte Zâtu’r-rikâ’ seferine çıkmıştık. Benim çok zayıf bir devem vardı. Ordu yürüyünce, arkadaşlarım ilerleyip gittiler; ben geride kaldım. Arkadan Resûlullah yetişti. ‘Ne o Câbir?’ diye seslendi. Ben de; işte şu deve ile ağır ağır gidiyorum yâ Resûlallâh, dedim. Bana, ‘Çöktür şunu!’ dedi. Çöktürdüm devemi. Sonra ‘Ver şu elindeki sopayı!’ dedi. Verdim. Sopayla hayvana birkaç defa dürttü. Sonra, ‘Bin!’ dedi. Bindim ve yürüdük. O’nu Hak’la gönderene yemin olsun ki, benim devem O’nun devesiyle yarışmaya başladı. Bu sırada Resûlullâh’la aramızda şöyle bir konuşma geçti: Resûlullah: ‘Câbir, bu deveyi bana satsana!’ dedi. Ben: ‘Ey Allah’ın Resûlü, ne hacet, sana bağışlarım.’ dedim. Resûlullah: ‘Hayır, bedeliyle ver.’ dedi. Ben: ‘O hâlde bir fiyat ver yâ Resûlallah’ dedim. Resûlullah: ‘Bir dirheme alırım.’ dedi. Ben: ‘Hayır yâ Resûlallah! O zaman beni aldatmış olursunuz!’ dedim. Peygamberimiz, iki dirhem teklif etti; ama ben yine kabul etmedim. O sürekli fiyatı yükseltiyordu. Nihayet, bir Ukiyye’ye7 varınca ben: ‘Razı mısınız yâ Resûlallah?’ deyince, ‘Evet’ buyurdular. Ben de: ‘Sizin oldu.’ dedim. Resûlullah da, ‘Aldım.’ buyurdu.
Sonra bana (sözü değiştirerek): ‘Cabir, evlendin mi artık?’ dedi. Ben de: ‘Evet, yâ Resûlallah.’ dedim. ‘Dul mu, kız mı?’ diye sordu. Ben, dul olduğunu söyledim. Bunun üzerine, 'Onun seninle senin de onunla neşeleneceğin bir kız alsaydın ya!’ dedi. Ben de: ‘Biliyorsunuz yâ Resûlallah! Babam Uhud’da şehid oldu. Yedi tane kız çocuğu kaldı. Onları başına toplayacak, onlara bakacak bir kadın almayı uygun buldum.’ dedim. ‘İnşâallah isabet etmişsindir.’ diye karşılık verdi.
Câbir diyor ki: Medine’ye varınca sabahleyin devenin yularından tutup götürdüm. Onu Resûlullah’ın kapısına çöktürdüm. Sonra gidip mescitte Resûlullah’ın yanına oturdum. Resûlullah, mescitten çıkınca deveyi gördü ve ‘Bu nedir?’ diye sordu. Dediler ki, bu deveyi Cabir getirdi yâ Resûlallah. ‘Cabir nerede?’ dedi. Ve beni çağırdılar. ‘Tut devenin yularını, o deve senindir!’ dedi. Bilâl’i de çağırıp ona, ‘Câbir’e git ve bir Ukiyye (40 dirhem para) ver’ diye talimat verdi. Ben de Bilâl’le gittim. Bana bir Ukiyye ve biraz da fazlasını verdi. Vallahi, o para bitmek bilmedi ve evimizdeki bereketi hep belli oluyordu.”8
Câbir’le Peygamberimiz arasında geçen konuşmada gaza ile ilgili pek bir şey yoktur. Ama bu konuşmada, Peygamberimiz’in (aleyhissalâtü vesselâm) ashabına karşı ince bir ruh ve zarif nükteleriyle, ne derece derinden ilgi duyduğunu görüyoruz. Burada, Peygamberimiz’e ait üstün bir ahlâk, lâtif bir insanî ilişki ve sahabeyle arasındaki derin bir muhabbete ait en güzel örnek yer almaktadır. O, Câbir’in evindeki problemlerine kadar ilgilenmiştir. Bu yolculuğu, onu yakından tanımaya ve ilgilenmeye fırsat bilmiştir. Câbir’le yol boyu beraber olmuş ve kendine has tatlı nüktelerle ve mizahlarla konuşmuştur. Câbir’e yardım etmek için de bir vesile bulmuş ve devesine talip olmuştur. O’nun sıkıntılarını öğrenmek için de hemen, çok ince nüktelerle, evi ve ailesi hakkında sorular sormuştur. Bu hâdise, Peygamberimiz’in insanlarla muaşeretindeki tatlılığı gösteren çok güzel bir misaldir. Ayrıca burada Resûlullah’ın (aleyhissalâtü vesselâm) yardım ederken bile muhatabını rencide edecek, üzecek ve minnet altında bırakacak en küçük bir tavrını görmüyoruz. Tam aksine durumun nezaketine uygun hareket ettiğini müşâhede ediyoruz.9
Ashabına Yakınlığını/Sevgisini Hissettirirdi
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), hem ashabını çok seviyor, hem de onlar tarafından çok seviliyordu. Değişik vesilelerle de onlara olan sevgisini ifade ediyordu. Zaten bunun böyle yapılmasını da bizzat kendisi, “Sizden biriniz din kardeşini severse ona sevdiğini söylesin.”10 buyurarak tavsiye etmiştir.
Efendiler Efendisi (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir defasında Muaz b. Cebel’in elini tutmuş ve şöyle buyurmuştur:
“Ey Muaz, Allah’a yemin ederim ki, ben seni gerçekten seviyorum. Sonra da ey Muaz sana her namazın sonunda: ‘Allah’ım! Sen’i anmak, Sana şükretmek ve Sana güzelce kulluk etmekte bana yardım et!’ duasını hiç bırakmamanı tavsiye ediyorum.”11
Resul-i Ekrem Efendimiz, bazen de bir gruba hitaben sevgisini ifade buyurmuştur. Huneyn fethinden sonra Efendimiz, kalblerini İslâm’a ısındırmak maksadıyla bazı kimselere ganimetten bol miktarda ihsanda bulunmuştu. Bu husus, Ensar’dan özellikle bazı gençleri rahatsız etmişti. Hz. Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm) muhtemel bir fitnenin önünü almak için Ensar’ı bir yerde toplayıp onlara hitap etti. Konuşmasının bir bölümünde de şöyle buyurarak Ensar’a olan sevgisini ifade etti: “Ey Ensar topluluğu! Müslüman olmalarını istediğim bazı kişilere bir miktar dünyalık verdiğim için kalben gücendi iseniz; herkes evine deveyle, koyunla dönerken, siz evlerinize Resûlullah’la dönmek istemez misiniz? Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, insanların hepsi bir vadiye, Ensar da başka bir vadiye gitse, ben hiç tereddüt etmeden Ensar’ın gittiği tarafa giderim. Eğer hicret olmasaydı, ben Ensar’dan biri olmayı ne kadar arzu ederdim. Ey Allah’ım! Ensar’ı, çocuklarını ve torunlarını Sen koru!”12
Hâsılı, Peygamberimiz ashabını seviyor ve her fırsatta bu sevgisini izhar ediyordu. O, seven ve sevilen bir liderdi. Ve raiyeti tarafından bu kadar sevilmek de hiçbir lidere nasip olmamıştır.
Zengin Fakir Ayrımı Yapmazdı
İslâm’ın ilk yıllarında Peygamberimiz’in (aleyhis-salâtü vesselâm) çevresinde genellikle genç ve fakir kimseler bulunuyordu. Mekke’nin ileri gelenleri ise bu durumu hazmedemiyorlardı. Oysaki Peygamberimiz, insanlarla münasebetlerinde herhangi bir ayrım yapmıyordu. Bir gün Kureyş’in ileri gelenleri toplanarak Allah Rasûlü’ne: “Sana iman etmemizi istiyorsan, şu fakirleri yanından kov. Biz geldiğimizde onlar bulunmasınlar. Onlar için yanına gelecekleri ayrı bir vakit ayır.” dediler. Bunun üzerine, “Sabah akşam Rablerinin rızasını dileyerek, O’na yalvaranlarla beraber sen de sabret. Dünya hayatının güzelliklerini isteyerek gözlerini o kimselerden ayırma. Bizi anmasını kendisine unutturduğumuz ve işinde aşırı giderek hevesine uyan kimseye sakın uyma.” (Kehf, 18/28) âyeti nâzil oldu.13 Hâlbuki müşriklerin beraber bulunmak istemedikleri kimseler arasında, Cennet’in bile kendilerine müştak olduğu Ali, Selman ve Ammar14 (radıyallâhu anhum) gibi kimseler bulunuyordu ki, Peygamberimiz’in fakir oldukları için bu sahabileri terk etmesi mümkün değildi. Değil onları terk etmek, bir zamanlar köle olan Selman, Bilâl ve Suheyb gibi sahabiler Resûlullah’ın nazarında Kureyş’in en büyük reisleri derecesinde muhterem ve vakarlı idiler.
Zengin ve itibarlı kimselerle herkes ilgilenir. Önemli olan fakirlerin de ihmal edilmemesidir. Bazı liderlerin ve idarecilerin sadece zenginlerle düşüp-kalkma gibi zaafları vardır. Hâlbuki Peygamberimiz’in (aleyhissalâtü vesselâm) fakirlere hususî bir ilgi ve alâka gösterdiğini görüyoruz. Nitekim bir hadîslerinde şöyle buyurmuşlardır: “Fakirleri arayınız, onları görüp gözetiniz. Zîrâ siz ancak fakirler sayesinde yardım görüyor ve rızıklandırılıyorsunuz.”15
Hastaları Ziyaret Ederdi
Peygamberimiz hasta ziyaretine önem verirdi. Sahabe-i Kiram’ın büyük küçük hepsiyle ilgilenir, durumlarını sorar ve hasta olanları ziyaret ederdi. Hasta ziyaretinde kadın, erkek ve çocuk ayrımı yapmazdı. Ensar’dan Ümmü A’lâ, Resûlullah’ın hasta iken kendisini ziyaret ettiğini ve: “Ey Ümmü’l-A’lâ, sana müjdeler olsun, çünkü nasıl ki ateş, altın ve gümüşün pasını giderirse, bir Müslümanın hastalığı da onun günahlarını giderir.” buyurduğunu söylemiştir.16
Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) hastalandığı zaman torunu Ümame’yi ziyaret etmiş ve gözlerinden yaşlar akmıştı. Ağlamasını yadırgayan bir sahabiye de, “Bu bir rahmettir ki, Allah onu kullarından dilediğinin kalbine koyar. Allah ancak kullarından merhametli olan kimselere merhamet eder.”17 diye cevap vermiştir.
Sonuç olarak; insan, fizikî ihtiyaçlarının yanında sosyal ve hissî ihtiyaçları da olan bir varlıktır. Sevgi, ilgi, şefkat, değer verme vs. insanların temel ihtiyaçları arasında yer alır. Bu itibarla, hayatın her alanında bizlere en güzel örnek ve rehber olan Efendiler Efendisi (aleyhissalâtü vesselâm), meşguliyetlerinin çokluğuna rağmen çevresindeki herkese yakınlığını hissettirmiş ve gönüllerinde yaşamasını bilmiştir. Bizler için de mesuliyetimiz altında ve ilgi alanımızda olan kimselere karşı ilgilenmek ve yakınlığımızı hissettirmek, eğer uzakta iseler telefon, internet vs. gibi iletişim vasıtalarıyla uzaklığı yaşatmamak bir vazifedir.
Dipnotlar
1. Nursî, Saîd, Mesnevî-i Nûriye, 23, Envar Nşr., İst. 1990.
2. Müslim, Fezâilu’s-sahâbe 191.
3. Tevbe, 128.
4. Elmalılı, Hak Dini, IV, 2653.
5. Buhârî, Fezâilu’s-sahâbe 5; Müslim, Fezâilu’s-sahâbe 221-222; Tirmizî, Menâkıb 58.
6. Buhârî, Ezan 46, 94; Megâzî 84; Müslim, Salât 98; Nesaî, Cenâiz 7; Heysemî, Mecmeu’z-zevâid, 9/24-25.
7. Bir Ukiyye, yaklaşık 40 dirheme tekabül etmektedir. Bkz. İbnü’l-Esîr, Nihâye, 1/80.
8. İbn Hişâm, Sîre,3-4/142-143.
9. el-Bûtî, Ramazan Said, Fıkhu’s-sîre, 273.
10. Ebû Dâvud, Edeb 122; Tirmizî, Zühd 54.
11. Ebû Dâvûd, Vitr 26; Nesâî, Sehv 60.
12. Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 1, 2; Müslim, Zekat 132-141; İbn Hişam, Sîre, 3-4/ 341.
13. Bkz. Taberî, Tefsîr, 9/292-294; İbn Kesîr, Tefsîr, 2/416; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, 297-298.
14. Tirmizî, Menâkıb 33.
15. Ebû Dâvûd, Cihad 77; Tirmizî, Cihad 24; Nesâî, Cihad 43.
16. Ebû Dâvûd, Cenâiz 2.
17. Buhârî, Merdâ 9.
Yeni Ümit