Duvarları olmayanın odası da olmaz. Sınırları insanı varlık sahibi yapar. Haddimizi bilmemiz lazım. Evet, arkadaşım, nimetlerin başı Allah korkusudur. Ondan korkmayanın elinde her ‘nimet’ bir ‘nikmet’ adayıdır. Hafazanallah. Bu sebeple: Şeriatın bildiğimiz hikmetlerinden hareketle bilmediğimiz kısmına iman ederiz. Emniyet ederiz. Tevekküldür ederiz. Öğrenmeyi-araştırmayı bırakmayız amma dipsiz cahilliğimizi de bir kenara atamayız. Bu da bir nevi tefekkürdür.
Bana öyle geliyor ki: Furkan’da defaatle Aleyhissalatuvesselama (ve üzerinden hepimize) emredilen tevekkülü sırf ‘rızkın boğazdan geçen kısmıyla’ ilişkilendirmek hata olur arkadaşım. Tevekkül, kıssa-i Âdem’de melek kardeşlerimizin ders verdiği şekliyle, kendi sınırlarımızdan Alîm ve Hakîm olan Allah’ın ilmine-tasarrufuna kaçmaktır. Duvarlarımızın bilinciyle Mutlak Olan’ın kemaline sığınmaktır. Düşün hele bir: Bir avukata vekalet verdiğinde yaptığın nedir? Cehaletinden ustalığına kaçmak değil midir? Yani uzmanlık alanındaki ‘etkin bilgisine’ ve ‘yetkin tasarrufuna’ sığınmaktır avukata vekalet vermek.
İnsan da, İslam’ın şahit olduğu güzelliklerinden hareketle, şeriatın bütünü için Allah’a tevekkül eder. (‘Hikmetinden sual olunmaz’ tabirinin kulağımıza fısıldadığı hakikat de budur.) Göremediği yerde hikmetten şüphelenmez. Tadamadığı yerde rahmetin varlığından endişe etmez. Evet. Belki şeriatın bütün detaylarının hikmeti kendisine açılmamış olabilir. Ancak bildiği kadarından tanıdığı Rabbisi, emniyet edilmeye layık bir Âlemler Rabbi olduğundan, tevekkülde tereddüt etmez müslüman. Sahabenin “İşittik ve itaat ettik!” ifadesiyle sergilediği ahlakta böylesi bir marifetin payı büyüktür elbet.
Mürşidimin hayrı ‘vücudî-küllî’ şerriyse ademî-cüzî olarak ifade edişinden uyanmışımdır ki: Küllîsi vücudî/varlıksal olan hayırlıdır. Şerse ancak bu hayrın kuşatılamayışından kaynaklanan kesb/kazanma sorunudur. Cüzîdir. Bütünle bağı koparıldığından ister istemez ademî olur. Bütün anlama bakar. Anlamsa marziyat-ı İlahîyeye. Bütünden kopan anlamda yokluğa düşer. Peki, biz birşeyi Allah’ın hilkatinden koparabilir miyiz ki, o vücudîlikten kopmuş olsun? Hâşâ! Fakat niyet, nazar veya kem bir amel edişle dar âlemimizde onu bütünden kopuk yansıtırız. Bu yansıtma bir nevi karartma olduğundan zulüm olur. Mürşidim işte tam bu ayrıma işaret ederek der: “Halk-ı şer şer değildir. Kesb-i şer şerdir.” Yani: Kirli seçiminle güneşe leke konduramadın, ama aynanı kararttın, a akılsız.
Bütünü kopuk göstermek şirkin de cürmüdür. O da tevhid bütünlüğünde karartmalar yapar. Bu yüzden kâfirin aynası ‘bütünden koparma makinesi’dir. Sürekli şer üretir. Şu kem refleksi yüzünden süzgecinden geçene de tereddütle yaklaşılır. Karartmasından korkulur. Koparmasından endişe edilir. Mü’min ise bir bütünleme makinesidir. Tevhidle baktığından şeyler aynasında birleşirler. Birbirlerine ilişirler. İlmeklenirler. Anlamlanırlar. Fakat temizlenmediğinde onda da bazı nesneler kopuk görünür. Aleyhissalatuvesselamın bir hadis-i mübarekinde ‘günah’ ile ‘kalpte oluşan siyah nokta’ arasında kurduğu ilgi yansıtıcılığımıza dönük uyarı da içerir sanki arkadaşım. Aynamız lekelendikçe göstermediği bağlantı sayısı artar. Kopukluklar fazlalaşır. Allahu’l-a’lem.
II. Lem’a’nın bu eşikte söylediğiyse bellidir: “Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor.”
Evet. Demek tevbe bir açıdan da aynamızı temizlemek. Irvin Yalom Bugünü Yaşama Arzusu’nda der ki: “Tedavi, suçlamanın bitip sorumluluğun kabul edildiği yerden başlar...” İşte tevbe de insanda budur. Yunus aleyhisselamın dilinden Furkan’da aktarıldığı şekliyle: “Allahım, sen kusurlardan münezzehsin, bense nefsime zulmedenlerden oldum!” diyen insandır tevbekâr. Kendisindeki arızayla yüzleşen elbette Allah’ı karşısında ‘Subhan’ olarak bulacaktır. Çünkü lekenin asılda değil yansıtanda olduğunu itiraf etmiştir. Zımnında bir kabullenme vardır.
İtiraf da bir nimettir arkadaşım. Neden böyle söyledim? Çünkü itiraf lekeyi teşhis sayılır. Lekenin yerini bilen elbette şifasını da oraya çalar. Bu açıdan tevbenin bize aslımızı (yani asl-ı insanı) hatırlatmak gibi bir faydası daha var. Ki bence, başta Allah Resulü aleyhissalatuvesselam olmak üzere, ismet sıfatıyla tertemiz nebilerin ettikleri tevbeleri bu perspektiften anlamak mümkündür. Onlarınki lekenin itirafı değil aynalığın itirafıdır. Yahut da şöyle söyleyebilirim: Onlarınki aynanın kendisine ‘sadece bir ayna olduğunu’ hatırlatmasıdır. Biz tevbelerimizle lekelerimizi sileriz. Onlar tevbeleriyle parlaklıkta yücelirler.
Tevbesizlik tefekkürü de etkiler arkadaşım. Zedeler. Kirletir. Düşünsene: Lekelerini itiraf edemeyen aynanın yapacağı okumalar nasıl sağlıklı olabilir? Kendisini tenzih eden ayna, elbette kusurlarının varlığını inkar edecek, ama kopuklukların varlığını inkar edemeyecektir. Boşlukları dolduramayacaktır. Çizik çizik kalacaktır. Yani üzerine kondurmasa da lekeden kurtulamayacaktır.
Parça bütünsüz varlığa dönüşemeyeceğinden lekelerle dolu bir aynadan yapılacak bir marifet yolculuğu da ademîlik kokmaya mahkûm kalacaktır. Ayinedarlar genelde o boşlukları su-i tevilleriyle doldurmaya çalışırlar. Karamsarlık üretirler. Karamsarlık da zaten bundan üretilir. Karanlıktan doğar. Her dalalet itiraf edilmeyen günahların/lekelerin marifetteki izdüşümlerinden kaynaklanır. Belki biraz da bu yüzden mürşidim der: “Sıkıntı sefahetin muallimidir. Yeis dalâlet-i fikrin. Zulmet-i kalb ruh sıkıntısının menbaıdır.” Ne diyelim? Cenab-ı Hak bizi lekelerimizi görmekle bahtiyar eylesin. Âmin. Âmin.