Her peygambere insan ve cin şeytanlarını Biz böylece düşman ettik ki, bunlar, aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler ilham ederler. Eğer Rabbin dileseydi onlar bunu yapamazdı; onun için sen onları uydurduklarıyla baş başa bırak.
En’âm Sûresi, 6:112
Bu alemin maddî kanunları olduğu gibi manevî kanunları da vardır. İnsanlar fizik kanunlarının formülünü çıkarır gibi onları formülleştirip kitaplara geçirmiş olmasa da, manevî kanunlar da diğerleri kadar esaslı ve geçerli olan İlâhî yasalardır. Kur’ân pek çok âyetinde bu yasalara işaret eder ve onların değişmezliğini vurgular.
Bu âyetin dikkat çektiği hadise de böyle bir İlâhî yasadır. “Eğer Rabbin dileseydi” ifadesi, bu hadiseyi Allah’ın iradesine bağlamaktadır. Bu da demek olur ki, söz konusu hadise, İlâhî iradenin tecellîsi olan bir yasa şeklinde bu kâinatta işlemektedir.
Yasa da şudur: Peygamberlerin, insan ve cin şeytanlarından düşmanları olur.
Bu yasa, Âdem aleyhisselâmdan Muhammed aleyhissalâtü vesselâma kadar bütün peygamberler hakkında cereyan etmiş ve asla değişmemiş bir kanundur. Allah nereye bir peygamber gönderdiyse, orada, ona düşmanlık eden, görünür ve görünmez şeytanlar ortaya çıkmıştır.
Bu yasa, aslında, daha geniş kapsamlı bir İlâhî yasanın yansımasıdır. Eserlerinin çeşitli yerlerinde Bediüzzaman buna “mübareze (çatışma) kanunu” olarak atıfta bulunur. Yüce Allah, sonsuz hikmetinin bir sonucu olarak, bu âlemi bir çatışma yasasına tâbi tutmuş ve iyiliklerle kötülükleri karşı karşıya getirmiştir. İyiliğin her türlüsü, bu yasa gereğince, kötülüğün her türlüsüyle sürekli çatışma halindedir; her ikisi de birbirini yok etmek ve kesin bir üstünlük sağlamak ister. Her iki taraf bu uğurda bütün imkânlarını seferber eder. Yetenekler “ne pahasına olursa olsun zafer” hedefine kilitlenir ve bu hedef doğrultusunda bilenir, keskinleşir, gelişir.
Bir bakıma, bu mücadele, çekirdeklerde saklı olan şeyin ortaya çıkmasıdır. Sanki her çatışma, o çekirdeğe verilen bir su, yahut o çekirdekten çıkan filizin yaprağına vuran bir gün ışığı demektir. Işık gibi, hava gibi, su gibi, o çatışmalardaki zorlanmalar da hayır ve şer cephelerinde savaşan insanların yaratılışlarındaki mekanizmayı harekete geçirerek kendisine lâyık ürün vermeye zorlar. Eğer insan ve cin şeytanlarının en amansız düşmanlıklarıyla karşılaşmış olmasaydı, Âhirzaman Peygamberinin o mucize ahlâkı hangi eserini gösterebilirdi?
Şeytanların Peygamber düşmanlığı, sadece onun yaşadığı zamanla sınırlı kalan bir düşmanlık değildir. Peygamberin yüce yâdı bu gezegen üzerinde sürüp gittikçe, insan ve cin şeytanlarının ona olan düşmanlıkları da devam edecektir. Bu dünyanın minarelerinden yükselen her ezan sesi, onların yüreğine saplanmış bir hicran okudur. Her saniye ona yerden ve gökten sayısız salât ve selâmlar gider; her an onun manevî kişiliği akıllara sığmayacak bir büyüklükle gelişir. O asırlardır milyarlarca insanın gönlünde, dilinde, hayalinde, rüyasındadır. Öyle bir düşmana sahip olmak, insan ve cin şeytanları için tahammül edilebilecek birşey midir? Onlar, Allah’ın bu âleme yerleştirdiği çatışma kanununun sonucu olarak kendi yaratılışlarının gereğini yapacak, Peygambere olan düşmanlıklarını kusmak için hergün yeni bir vesile bulacaklardır. Ancak yaptıkları şey onların derdine derman olacak yerde kin ve öfkelerini daha da arttıracaktır. Çünkü saldırdıkları güneş, o erişilmez mevkiinde parlamaya ve âlemi aydınlatmaya devam etmektedir.
Bu yasa, peygamberler gibi, peygamberlerin izinden gidenleri de kapsar. Peygamber vârisi olan âlimler için de her zaman insan ve cin şeytanlarından nice düşmanlar çıkar. Hattâ bu düşmanlar bazan bu ümmet içinden safdil taraftarlar da bulabildikleri için, şeytanlıklarını bir ölçüde gözlerden saklayabilirler. Ancak mübareze kanununun işleyişi, bu konuda bize hiç şaşmayan bir ölçü veriyor:
Çatışan tarafların ürettiklerine bakın.
Zira çatışma, iyilerle kötüler arasındadır. Eğer eserleriyle iyilik ürettiği ortada olanlara karşı düşmanlık eden varsa, orada insan ve cin şeytanlarının kurduğu bir tezgâh var demektir. Ancak bu da İlâhî iradenin bir sonucudur. “Eğer Rabbin dileseydi onlar bunu yapamazdı.”
Öyleyse: Hayır ehline düşen şey, âyetin buyruğuna uygun şekilde, onları uydurduklarıyla baş başa bırakıp hayır üretmeye devam etmekten ibarettir. Hattâ daha fazla hayır üretmektir. Mübareze kanununun hikmeti burada yatar. İnsan ve cin şeytanları nasıl kendilerine yaraşan şekilde tüm güçlerini seferber ediyorsa, hayır ehline düşen şey de kendi hedefleri doğrultusunda imkân ve yeteneklerini en üst seviyede kullanmak ve geliştirmektir.