Peygamberlerin manevi hâkimiyeti

Mehmet Ali KAYA

İnsan, dünyaya taallümle tekemmül etmek için gönderilmiştir.(1)  İnsan hiçbir şey bilmeden doğar, sonra kendisine lazım olan şeyleri öğrenir. Öyle ise dünya bir okul, insan onun öğrencisidir. Nübüvvet kurumu, insanın yaratılışı ile başladığından, peygamberler insanların muallimleri olmuşlardır. Onlar, insanlar için lazım olan her nevi ulûmu mukaddes kitaplardan talim ederek, insanları maddi-manevi kemalata sevk etmişlerdir.

Peygamberler ve mukaddes kitaplar insanlara Allah’ın birliğine inanmayı, şirki reddetmeyi, cehaletten kurtarmayı, insanlara güzel ahlakla muamele etmeyi, haksızlık ve zulümlerden çekinerek herkese adil davranmayı, aynı zamanda müspet ilimleri de öğrenmeyi emir ve tavsiye ederler. Bunlar ise terakkiyat ve kemalat-ı insaniyenin dayandığı temel esaslardır.

Bunun içindir ki, insanların gönüllerinde ve kalplerinde taht kurmuşlardır. Bugün yeryüzünde insanların kalplerine hâkim olan üç büyük peygamber vardır: Hz. Muhammed (a.s.m.), Hz. İsa (a.s.) ve Hz. Musa (a.s.) “Evet, kahr ve cebr ile zahiri bir hâkimiyet, sathi bir tahakküm kısa bir zamanda ibka edilebilir. Fakat bütün kalplere, fikirlere, ruhlara icra-i tesir ederek, zahiren ve batınen beğendirmek şartıyla vicdanlar üzerine hâkimiyetini muhafaza ve ibka etmek –en büyük harika olmakla- ancak nübüvvetin hassalarından olabilir.”(2)

Bilhassa Peygamberimiz (a.s.m.) bunun en güzel örneğidir. Şöyle ki: Amerikan Kültür Vakıfları Birliği 1947’de, şahsiyet ve fikirleriyle insanlığa tesir edebilmiş “yüz büyük adam”ı tespit edebilmek için bir anket çalışması yaptı. Araştırma 31 sene sürdü. 1978 de açıklanan netice çok enteresandı. Yüz dünya büyüğünün birincisi Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) idi. İkinci sırayı fizik ve matematik dâhisi Newton, üçüncüsü ise Hıristiyanlığın kurucusu Hz. İsa idi. (a.s.)  Evet, insanlığın vicdanı hak ve hakikate doğru şahitlik yapmıştı. Fransız filozofu Henry Bergson’un “tarihi sıçrayışlar” dediği, “toplumun gelişen ve değişen zaman şartlarına göre yenilenmesi” fikrinin tezahürü olarak İslamiyet, toplumlara tarihi sıçrayışlar yaşatmış ve yaşatacaktır.

Peygamberimizin (a.s.m.) beşere hediye ettiği medeniyet, tam ve kâmil bir medeniyettir. Getirdiği nur ile insanları vahşetten, sefaletten, istibdattan, ahlaksızlıktan kurtararak; hürriyet, medeniyet ve ahlaki terakkiye sağlamıştır.

İnsanlık âleminde Hz. Âdem’den bu yana, iki büyük cereyan her tarafta dal budak salarak devam etmiştir. Birisi nübüvvet ve diyanet silsilesi, diğeri felsefe ve hikmet cereyanıdır. “Her ne vakit o iki silsile ittihat ve imtizaç etmiş ise, yani silsile-i felsefe, silsile-i diyanete dehalet edip itaat ederek hizmet etmişse âlem-i insaniyet parlak bir surette bir saadet, bir hayat-ı içtimaiye geçirmiştir. Ne vakit ayrı gitmişler ise, bütün hayır ve nur silsile-i diyanet ve nübüvvet etrafında toplanmış ve şerler ve dalaletler felsefe silsilesinin etrafında cem olunmuştur.”(4)

Daha önce izah ettiğimiz gibi akıl vahyin ışığında eşyayı ve hadiseleri değerlendirmeye tabi tutarsa eşyanın hakikatine ulaştığı gibi parlak bir saadet ve medeniyeti netice verir ve vermiştir. Hak dinlerde inanç ve ibadetler ilmi ve akli kıymeti haizdir. Din ile akıl arasında çatışma değil, sadece meslek farkı vardır. Aklın vazifesi de dinin nasslarına değer vererek anlamaya çalışmaktır. Yoksa akıl dini ret ve inkâr aleti değildir. Her ilmin akli ve nakli yönü mevcuttur. İkisi birbirinden müstağni olamaz. Terakki ve tekâmül, her ikisinin hüsn-ü istimaliyle elde edilebilir. Geçmişin ilmi ile geleceğin servetini elde etmek lazımdır.

Amr bin As (r.a.) aklı şöyle tarif eder: “Akıl, zanda isabet etmek, olmuş vasıtayla olacağı bilmektir.”(5)  Geçmiş iyice bilinmeden geleceğe ıttıla mümkün olamaz. Hz. İbrahim’den (a.s.), Hz. Muhammed (a.s.m.)’e kadar vukua gelen tekâmül, hep gelişerek devam etmiştir. Âlemde her taklidin bir aslı vardır. Batıl dinler ve hurafeler hep hakiki aslın taklit ve sapmalarından ibarettir.

İlmi dine, dini akla muhalif gösteren fikirler, batıda muharref Hıristiyanlığa, kralların ve şövalyelerin istibdadı altında bir çıkış yolu arayan mazlum insanlara kabul ettirme çabalarının neticesidir. Zira Hıristiyanlığın teslis akidesi ve muharref esasları akla ve ilmi gerçeklere tamamen zıttır. Gerek müspet ilimler, gerekse felsefî ilimler inanç noktasında tevhide ulaşırlar. Fakat teslis inancının aklî, ilmi veya felsefî hiçbir izahı olamaz. Bunun için batı felsefesi, ilahiyat bahsinde Hıristiyanlık akidelerinden hiçbirisini ispat edememiştir. Günümüzde, Hıristiyan ilahiyatçılarından bir kısmı, henüz açıkça ifade edemeseler de tevhit inancını kabul etmekten başka çıkış noktaları olmadığını telaffuz etmektedirler.  

Avrupa’da din ile felsefenin birbirinden ayrılması, Hıristiyanlığın tabiatından kaynaklanmamıştır. Hıristiyanlıkta “din felsefesi” tam bir cehalettir. Oysa felsefe akla ve ilme istinat etmektedir. Hıristiyanlık âleminde ilim ile din çatışmasının ortaya çıkması, bu yüzdendir. Sair dinlerde daima garip kalmış olan felsefe, İslamiyet’te aradığını bulmuştur. Eğer Avrupa’nın dini İslamiyet olsa idi garp felsefesi daha başka olurdu.

Hz. İsa’nın (a.s.) getirdiği “vahdaniyet” akidesi M.Ö. 325’te “İznik Ruhban Meclisi” tarafından ekalliyette kalarak reddedildiği zaman, teslis akidesi resmen kabul edilmiş, bu günkü Hıristiyanlık akidesi şirkin bir tekâmülünden ibaret kalmıştır. Akla dayanan felsefe bu inançla barışmayarak, şuurlu veya şuursuz bir şekilde İslam akidesine hizmet edip durmuştur.

Bugünkü Hıristiyanlık akıl ve felsefeye dayanarak değil, beşer hissiyatının diğer temayüllerinden güç alır. Bir dinin akla uygun olmaması, hissiyata uygunluğuna ters düşmez. Çünkü akıl insanın ruhi kuvvetlerinden sadece birisidir. Din ise tüm ruhi kuvvelerle alakadar olan büyük bir hakikattir. Akıl ile his birçok noktadan birbirlerine zıt olsalar da, buluşma noktası “vicdan”dır. İşte hak din bu buluşma noktası olan “vicdan”ı da aydınlatan hakkın bir esasıdır. Dolayısıyla akla hitap etmeyen, daha doğrusu aklın tasdik ve tasvip edemeyeceği inanç esasları taşıyan bir dinin mensubu, hissen rahatsızlık duymasa da, vicdanı ile baş başa kalınca belli bir huzursuzluğu yaşamak durumunda kalacaktır. İnandığı dini sorgulama ihtiyacı hissedecektir. Bugün Hıristiyanlığın açmazı budur. Dindar bir Hıristiyan olarak hayatını devam ettirmeyi isteme durumunda, vicdanen muzdarip olmakta; vicdanını ve aklını dinleyerek hareket etme durumunda ise, Hıristiyanlığı terk etme, yani dinsizliği seçme tehlikesi (!) ile karşı karşıya kalmaktadır. İşte, bugün pek çok Hıristiyan, teslisi terk ederek, aklını ve vicdanını tatmin edecek bir inanç sistemini aramak için yola çıkmaktadır. Bu arayış onları İslamiyet’e ulaştıracaktır.

Din ne bir fendir, ne sanat, ne de bir ideolojidir. Dindar insan da ne âlimdir, ne bir sanatkâr; o kâmil bir insandır. İlim ve sanat belli kabiliyetlerin inkişafı neticesinde oluşur. Dinin amacı ise bütün hissiyat-ı ulviyeyi ihtizaza getirip her birini kendi kemaline sevk etmektedir. Onun için dindar önce kâmil bir insandır, sonra kendisindeki kabiliyetlerin inkişafına göre âlim, sanatkâr ve idarecidir. Din bir kulluk disiplinidir. Bu disiplinin sınırları, Yaratıcının emir ve yasaklarının çizdiği çerçeve ile belirlenmiştir. Rab olan yaratıcının disiplini altına girmek, abdin hem vazifesi, hem de fıtri ihtiyacıdır. Bu açıdan, iyi bir abd, hürriyeti en geniş anlamı ile hisseden ve yaşayan bir ferttir.

Avrupa’da 17. YY. dan sonra, Descartes (1596-1650) ile başlayan ilerlemeler, İslam dini ve müslümanlarla temasın da etkisiyle, aklı Hıristiyanlığın kör kulluğu karşısında sönmekten kurtarıp, günümüz medeniyetini doğurmuştur.

Bediüzzaman bu hakikatleri şöyle ifade ederek istikbale ait müjdeler verir: “Biz Kur’an şahitleri olan Müslümanlar, burhana tabi oluyoruz; akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-ı imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efratları gibi ruhbanları taklit için burhanı bırakmıyoruz. Onun için, akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette burhan-ı akliye istinat eden ve bütün hükümlerini, akla tespit ettiren Kur’an hükmedecek.”(6) 

“Evet, nasıl ki eskiden İslamiyet’in terakkisi, düşmanın taassubunu parçalamak ve inadını kırmak ve tecavüzatını defetmek, silah ve kılıç ile olmuş; istikbalde silah, kılıç yerine hakiki medeniyet ve maddi terakki ve hak ve hakkaniyetin manevi kılıçları düşmanları mağlup edip dağıtacak.”(7)

İslam medeniyeti, “medeniyet-i hazıranın inkişaından inkişaf edecektir.”(8)  Batıda meydana gelmiş olan “mehasin-i medeniyet” denilen emirler, şeriatın başka şekle çevrilmiş bir meselesidir.(9)  Dolayısıyla, “Hıristiyanlığın malı olmayan medeniyeti ona mal etmek, feleğin ters dönmesine delildir.”(10)

Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin bu ifadeleri gösteriyor ki, “İstikbalde İslamiyet’in kuvveti ile medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumiyeyi de temin edecektir.”(11)  Böylece aklın ürünü olan felsefe ve hikmet, nübüvvet ve diyanet silsilesine tabi ve dâhil olarak, âlem-i insaniyete parlak bir saadet ve bir hayat-ı içtimaiye yaşatacaktır, inşallah!. Çünkü: “İslamiyet, fünunun seyyidi ve mürşidi ve ulum-u hakikiyenin reis ve pederidir.”(12)  Bediüzzaman bu gerçekten de hareketle, fenni ve felsefi malumatı dinin emrine ve hizmetine vermenin en iyi örneklerini Risale-i Nur Külliyatı ile ortaya koymuştur.

DİPNOTLAR:
1-Sözler, ss. 285-286
2-Sözler, ss. 285-286.
3-Cemal Kutay, Bediüzzaman Said Nursi, (İstanbul: Yeni Asya Yayınları, 1980), s. 54-55.
4-Sözler, s. 497.
5-M. Hamdi Yazır, Metalib ve Mezahib (İstanbul: Eser Neşriyat, 1978), Metafizik ve İlahiyat, Paul Janet’in Historie de la Philosphie tercümesi “Önsöz”den alma.
6-Hutbe-i Şamiye, s. 33
7-Hutbe-i Şamiye, s. 41
8-Bediüzzaman Said Nursi, Sünuhat (İstanbul: Yeni Asya Neşriyat, 1996), s. 61.
9-Muhakemat, s. 39
10-Sünuhat, s. 80
11-Sünuhat, s. 58.
12-Muhakemat, s. 8.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (2)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.