Piramitlerde Fir’avun değil, meçhullerde Bediüzzaman olmak
1 Mart 2010... Urfa’dayım... Dergâh’ta, küçük bir kubbenin parmaklıkları önünde dua ediyorum. Gözlerimden süzülen yaşlara genzimi yakan acı bir hıçkırık eşlik ediyor. Avluda Hz. İbrahim’in doğduğu mağarayı ziyaret edenlerin uğultusu ile güvercinlerin kanat şakırtısı birbirine karışıyor...
Allah’ın mülkünde bir meçhule defnedilen Bediüzzaman’ın kabrinin nerede, nasıl bir kuytulukta olabileceği tahayyülü ile hıçkırıp sarsılıyorum. Modern ehramlarda azab çeken devrin fir’avunlarına bedel, onun bir kuytulukta otların bürüdüğü kabrini hayâl ediyorum. İçten bir huzurun tebessümü ruhumu istilâ ile saltanatını kurup dudaklarımın uçlarında avludaki güvercinler gibi kanat çırpıyor.
Darbecilerin bu şeni’ fiiline elli yıldır sahip çıkan devletin arsız ve “derin” suratına şiddetli bir tokat vurmak geliyor içimden. Haykırmak, bağırmak; bu zulmün faili Fir’avunların yakalarından tutup Zebânîlere, “İşte bunlar!” deyip bir daha, bir daha teslim etmek istiyorum...
***
Doğum tarihi ile ilgili bir kat’iyet yok. Kaynaklar 1873 ile 78 arasında gidip geliyor. Neşrine kendisinin nezaret ettiği Tarihçe-i Hayat’ına bakarsanız 1873, sonraki bir çok kaynağa göre ise 1877, yahut 78... Hakikat-i hâle muttali değiliz, nefs-ül emre nüfuz edenler konuşsun...
Farklılıkları, hayata gözlerini açtığından itibaren çevresinin dikkatini çeker; farklılıkları ve fevkalhâl vaziyetleri... Ender rastlanılır bir hâfıza ve zekâvete sahib olduğu çabuk farkedilir... Cesaret ve cür’etkârlığı ise -tâbir-i meşhurla- delilik derecesindedir. Nizâmî bir tahsil hayatı yoktur, lâkin 80-90 cild kitabı da hıfzetmiştir. Risale-i Nur Sarayı bin küsur yıllık bu zeminin üzerine inşa edilir. İlmi vehbidir, doğru... Ama bu vehbiyeti taşıyacak şartları hâizdir Bediüzzaman. Bir hakikattır ki, Peygamberlik gelmeden önce de Abdullah’ın yetimi “Muhammed-ül Emin”dir.
Devlet-i Aliyye’nin son yirmi yılının en şöhretli simâlarındandır. Sultan Abdulhamid tarafından tımarhane ve hapishaneye sevkedilmiş olması şöhretini de, itibarını da zedelemez; zedelemek şöyle dursun, üçe beşe katlar... Çünkü inancı uğruna devrin en çok korkulan şahsı karşısında eğilip bükülmemiş, aklını da hürriyetini de fedâ etmekte tereddüd göstermemiştir.
İngiliz işgaline karşı “Hutuvat-ı Sitte Risâlesi”ni kaleme alıp İstanbul’da dağıttırması, hâlifenin hürriyetsiz bir zeminde, baskı ve tehdit altında İstiklâl Mücâdelesi’nin aleyhinde verdiği fetvayı bir karşı fetva ile reddetmesi, işgal güçlerinin vur emrine zemin teşkil eder. Konuşmayı, İstanbul’un dışına çıkıncaya kadar erteleyen çok kahramanı mahcub edecek bir cesaret ve celâdetle İstanbul’da kalır, İstanbul’da mücâdele verir ve İstanbul’da haykırmaya devam eder.
Nihâyet savaşın renginin değiştiği 1922’nin sonlarında M. Kemâl’in ısrarlı davetlerinin ardı arkası kesilmeyince Ankara’ya gider. Yeni devletin inşâ gayretlerine şâhid olur, hâkim düşüncenin Şeriat-ı İslâmiye’yi red ve tahrib kastıyla yıkıcı teşebbüsler için kolları sıvamakta olduğunu dehşetle farkeder. Nehy-i münker vazifesini en üst seviyede ifâ ettikten sonra Peygamberî ihbarâtın tecellisiyle karşı karşıya olduğunu görür ve kıyamete kadar devam edecek bir mücâdeleyi başlatmak üzere Van’a doğru hareket eder.
***
Şeyh Said Hâdisesi bahanesiyle Barla’ya sürülmesi ile insanlık târihinde yeni bir devir başlar: Bediüzzaman öncesi ve sonrası diye tasnif etmek kabil. O, tasnifatı sadece kendi hayatı itibariyle yapar: Eski Said-Yeni Said diye. Dinsizlik cereyânının Rusya ve doğu bloku ülkelerince komünizm olarak pompalanması, Ankara muktedirlerince de Şeriat-ı Ahmediye’yi red ve tahrib esasına dayandırılarak Anadolu sathına hâkim kılınmak istenmesi Bediüzzaman’ın ruh ve vicdanında bir kuvve-i kudsiyeyi harekete geçirir. Bu kudsî hareket, bu cihânşümûl mücâdele, elde silâh sarp dağlara istinad gibi çok alışıldık bir maddî cihad olarak tezâhür etmez. Barla’nın derin vâdi ve sarp dağlarında yankılanan, bir komutunın, “Arş!” emri değil, her hâliyle garib, her hâliyle yabancı ve kimsesiz bir sürgünün, “Yaz kardeşim!” ricasıdır. O söyleyecek, kendi hâlindeki köylü insanlar, marangozlar, bahçıvanlar, çobanlar yazacaktır...
Nurs’lu sürgünün “Yaz kardeşim!” komutu Ankara’nın uykularını kaçırır, tüylerini diken diken eder, cesim vücudunu korku ve endişenin ürpertisi sarar. Sıradan nefiy, yerini dehşetli tecrid, tarassud, hapishâne ve su-i kasdlara bırakır. İki râkibin meydan muharebesi şekil değiştirmiştir. Biri zâlim bir kaba kuvvet ile hasmının dünyevî hayatını imhaya yeltenir, diğeri hasmının kariha ve çevresinden boşanan ahlâksızlık ve küfrün tahripkârlığına ilmî ve ahlâkî cihadla sed çekmeye koyulur.
Biri devletin bütün imkân ve güçlerini kullanır, beriki Allah’a sığınır... Biri hiçbir keyfinden vazgeçmeye razı olmaz; diğeri dünya hayatı gibi, âhiret hayatını da fedâya dünden hazırdır...
Bediüzzaman kazanır, reddi imkânsız mutlak bir galibiyetle... Hasmı kaybeder, tevil-i imkânsız bir kayıp... Râkibinde ne dünya kalır, ne âhiret... Bediüzzaman’ın 1926’da Barla’da başlattığı hizmet, düşünce dünyası için bir kutup yıldızı, büyük okyanusların sâhillerini aydınlatan deniz feneri olur. Bütün dünyada Risale-i Nur eserleri kitlelerin ruh ve kalblerine nurlu bir hayatın rahmânî iklimini taşıyor. Bir çiçekle başlayan bu haşir zamanı ebedî bir bahar mevsimine çevirdi, çevirmek üzere. Halbuki komünizm öldü, dâhildeki hasım cereyan can çekişiyor. “Korkmayınız kardaşlarım! Risale-i Nur küfrün bel kemiğini kırmıştır!” diyordu. Hakikatmış meğer. Halbuki bu müjde mübarek dudaklarından kanatlanırken mahkûm ve mahbustu, sûreta hasımları mutlak gâlib, o ise mutlak mağlubdu...
Risâle-i Nur eserlerini merak edib okumak, her okur-yazar için hayatî mesledir; münevverler için: ilmî bir zaruret, bir iz’an borcu... Risâle-i Nurlar’ı okumadan münevver olunmaz. Farklı bir yolda yürümek isteyenlerin mükellefiyeti: Risâle-i Nur’dan daha kuvvetli, daha parlak, daha geniş bir çığır açmaktır. Mümkün mü? Sinan’ın şâkirdleri eserlerini inşâ için uzak coğrafyalara mecbur kalırlar. Zirâ her eser Süleymaniye’nin gölgesinde mütevâzi, Selimye’nin karşısında çirkin düşmeye mahkûmdur.
Rahmet-i İlâhî daha şümullu, daha parlak olanına kapı aralamadığı müddetçe ümmetin kutup yıldızı Nursî, deniz feneri Kur’an’ın parlak tefsiri Risâle-i Nur’dur. Dâvâ da, hakikat de ortada... Bediüzzaman’ı bir kaç kelime ile, bir kaç makale ile ifâde etmenin imkânı yok, beyhude gayret. Güneşi bilmek isteyenlerin yapacağı doğru iş, izbe dehlizlerinden çıkıp gözlerini Güneşe açmaktır. Bediüzzaman’ı anlamak, Risâle-i Nurları okumakla kabil...
Bugün, Bediüzzaman’ın ellinci vefat sene-i devriyesi, ruhu şâd olsun... Dâvâsına hizmet edemediğim, liyâkat kesbedemediğim için şefaat niyâzında bulunmaya yüzüm yok; zelil ve mahcubum...