Hayat girdabının bir damlası olarak yaşadığımız çağın ölçütlerini sorgulamaya başladım. Başta karmaşık gibi görünen ve aklımın almayacağını sandığım çıkmazlar beni hep aynı sonuca gördü. Değer yargılarımız sığlaşmış, maddeye inecek kadar sığlaşmış hem de… Sözde ve fiilde öyle büyük farklılıklarımız var ki! İç dünyamızda izlerini göremesek de, eylemlerimizde Allah ve madde arasında her an bir “Rab” seçme ikilemine düşüyoruz.
Yani fark ettiğim asıl ve üzücü nokta maddeye “lafta” tapmadığımız. “Rabbim Allah” derken hiçbirimizin kalbinde en ufak bir şüphe yok. Fakat bunu içtimai hayata geçirmek söz konusu olduğunda İslami ölçüleri bir kenara bırakıveriyoruz. Camide Allah, ticarette para, özel sektörde patron vs.nin (haşa) “Rab”lik furyası almış başını gidiyor. Bugün laikliği tartışırken iç dünyamızda yerleşen laik düzeni görmezden geliyoruz. Devlet düzeninin pek de önemi kalmamış aslında. Bir ağabeyimizin de dediği gibi “kafalar laikleşmiş.” Dini camide, dershanede bırakıp üstüne asma kilidi vurmuşuz.
Elbette insan olarak hatalarımız olacaktır, hata yapmaya meyilli yaratılmışız. Fakat inandığımız gibi yaşamamak, yaşadığımız gibi inanma tehlikesine bizi sürükler. Örneğin maddi yönden zor duruma düştüğünde meşru olmayan yollarla bu müşkülünü halletmek bir “zaruret” hali olmayacağı gibi bunun üzerinde haklılık ve mecburiyet iddia etmek bizi daha büyük bir yanlışa iter.
Mülkün asıl sahibi, bize bir sıkıntı veya musibet göndermişse bunu engelleyecek olan biz insanların bulduğu sözde çözümler midir? Eğer Malik-i Ezeli benim maddi sıkıntı çekmemi istiyorsa, beni böyle imtihan edecekse, başka hangi maddi kaynak benim sıkıntı çekmeme engel olabilir? Bütün sebepler onun elinde değil mi? Veren de alan da o değil mi? Demiyorum ki bir musibet veya sıkıntıyla karşılaştığımızda onu atlatmaya uğraşmayalım. Her türlü “meşru” çareyi deneyelim, tüm esbaba başvuralım fakat sonucu yaratan O değil mi? İşte bu noktada bir “Rab” seçme ikileminin sancılarını yaşıyoruz.
Aslında cevap gayet basit : “Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer o kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok.” (Yirmi birinci Lem’a Birinci Düsturunuz)
Başımıza bir musibet “gönderildiğinde” bunun çözümü Allah’a isyan ederek suni yollara başvurmak değil, mülkü, mülkün sahibinin istediği gibi kullanmaktır. Bunun yolu sabır, tevekkül ve şükürdür.
Hayatımızın en önemli üç temel taşı olması gereken bu üç hakikati önem sırasına sokmak istemiyorum. Fakat beni musibette şükür en çok etkileyendir. İbadetin özü ve manası olan şükür, musibetteki bir insan tarafından edilirse Rahmet-i İlahiyeyi celbeder. Başında musibet olan bir insanın şükretmesi zordur ve rahat zamanlarındaki şükrüne göre daha değerlidir. Ayrıca güçlü bir teslimiyetin göstergesidir.
Tevekkül, her türlü meşru çareye başvurup, tüm fiili ve kavli duadan sonra sonucu Allah’a bırakmaktır. Musibeti veren O olduğu gibi alacak olan da O’dur. Anlaşılması en basiti gibi görünse de en çok ayağımızın takıldığı yerdir tevekkül. Sebeplere başvurmayla yetinmeyip, sonuca etki etmeye çalışırız. Kendimize ve sebeplere (haşa) bir “Rab”lik tayin ederiz. Sonuç beklediğimiz gibi olmayınca da isyan ederiz. Halbuki bizim vazifemiz sonucu düşünmek değil, elimizden geleni yapmaktır. Sonucu Allah yaratır.
Hz. Musa (a.s) karın ağrısı çeker ve Allah’a şifa için dua eder. Yüce Allah “Ya Musa şu dağın eteklerindeki otları topla, kaynat ve iç. Ben şifayı dünyada onlara koydum.” der. Hz. Musa (a.s) söylenenleri yapar ve iyileşir. Bir gün tekrar karnı ağrıdığında aynı otları toplar kaynatır ve içer fakat bu kez karın ağrısı geçmez. Allah’a niyaz edince Yüce Allah “Ya Musa, sen şifayı otların verdiğini mi sandın?” der.
Buradan alacağımız çok önemli bir tevekkül dersi var. Sonucu yaratan Yüce Allah olduğu için, sonuç bizim beklediğimiz veya istediğimiz gibi değil, O’nun istediği gibi olacaktır. Sebeplere başvururken kurtuluşu topladığımız getireceği yanılgısına düşmemeliyiz.
Hadis-i Şerif’de zikredildiği gibi Cennet’in anahtarı olan sabır aslında her daim bulunmamız gereken bir haldir. Fakat önemli olanı musibette sabırdır. Sabır aynı zamanda bir ibadettir de. Nasıl yağmur duası yapıldığı halde yağmur yağmaması henüz o ibadetin vaktinin çıkmadığına işaretse, musibet anı da biz de sabır olarak tecessüm eden fiili dua vaktinin geldiğine musibetin giderilememesi de henüz bu vaktin çıkmadığına işarettir.
Bu gibi hallerde ve her halde başvurulacak en güzel yol Resulullah’ın (a.s.m) yoludur. Sabır, şükür ve tevekkül onun hayatını teşkil eden önemli hakikatlerdir.
Geçirdiğimiz zahirde maddi aslen manevi buhranların fikrimce sebebi paylaşmamak veya paylaşamamaktır. Kimimiz sadece zekatını verince rahatlar. Kimimizin fazlası aklına gelince tüyleri ürperir. İçimize diktiğimiz madde putlarını yıkamayız bir türlü… “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” Hadis-i Şerif’i hemen hemen hepimizin kalbine ok gibi saplanır. Neredeyse aylardır kapısını çalmamışızdır komşumuzun. Hayatında maddiyatın hiçbir kıymeti olmayan peygamberlerin, sahabelerin ve İslam ulemasının makamına da hiçbir zaman erişemeyeceğimizi düşünerek kendimizi avuturuz.
Kaçımız Mevlana gibi evinde yiyecek bir şey kalmayınca “Elhamdülillah” diyebilir?
Kaçımız Bediüzzaman Hazretlerine vaad edilen makamları elinin tersiyle itebilir?
Kaçımız maddeye lafta tapmıyoruz da “eylemde” tapıyoruz?
Artık karar verelim; Rabbimiz kim?! Kararımızı verelim ki Münker ve Nekir taifesi geldiğinde cevabımız net olsun.
Ya maddeyi, ya da maddenin de Sahibi’ni “Rab” edinelim.
Ya dünyayı sırtımızda taşıyalım, ya da üstüne binelim.
Ya maddeye esir olalım, ya da onu İslam’a hadim ve esir edelim.
Paylaşalım, paylaştıkça çoğalsın muhabbetimiz…
Son söz olarak her zaman kalbimde taşıdığım, dua niyetine birkaç mısra:
Ya herkeste olsun şu para denen illet
Ya da paylaşmayı öğrensin paralı millet
Ya şu bayramlar hiç yaşanmasın.
Ya da bayramlarda et yemeyen kalmasın.