Bazen, Kur'an'ı bir 'kitap' olarak hazır bulmamızın, onun öncelikle bir 'hitap' olduğunu unutturduğunu düşünüyorum. Ne demek bu? Çapım yettiğince açmayı deneyeyim: Hepiniz takdir edersiniz ki 'yazılı iletişim' ile 'sözlü iletişimin' doğaları birbirlerinden farklıdır. Bazı açılardan biri diğerine üstün, diğer bazı açılardan da öteki berikine baskındır. Mesela: Yazılı iletişim daha kalıcıdır. Sözleşmeler de yazılı olarak yapılır. Yazarak bilgileri daha sıkı muhafaza edebilirsiniz. Bu muhafaza üzerinden de güç elde edersiniz. Fakat 'sözlü iletişim' daha farklı renkler de içerir.
Örneğin: Sözlü iletişimin arkasında ses vardır. Mimik vardır. Tonlama vardır. Dolayısıyla his vardır. Bazen heyecan, bazen hüzün, bazen neşe vardır. Hem sözlü iletişim genelde 'olanın şahitliği'dir. Yani ses varsa olay da vardır. Yazı bu garantiyi vermez. "Ayşe bağırdı!" cümlesini okumakla Ayşe'nin bağırışını duymak aynı şey değildir. Ayşe'nin sesinden çıkarılabilecek anlamların sayısı bu cümleden çok daha fazlasıdır. Bediüzzaman'ın Kur'an'ın sair kelamlarla kıyas kabul etmeyeceğini izah ettiği yerde söyledikleri bu noktadan bakılınca enteresandır. Der ki mürşidim:
"Kur'ân, başka kelâmlarla kabil-i kıyas olamaz. Çünkü, kelâmın tabakaları, ulviyet ve kuvvet ve hüsn-ü cemâl cihetinden dört menbaı var: Biri mütekellim, biri muhatap, biri maksat, biri makamdır. Ediplerin, yanlış olarak yalnız makam gösterdikleri gibi değildir. Öyle ise, sözde kim söylemiş, kime söylemiş, niçin söylemiş, ne makamda söylemiş ise bak. Yalnız söze bakıp durma."
İşte ediplerin yanlışı 'yazıya' dönüştürdüklerinde 'sözün' yitirdiklerini görmezden gelmeleridir. Peki bunu baştaki meselemize nasıl bağlayabiliriz? Ben şöyle düşünüyorum: Kur'an-ı Hakîm nüzûl ettiği dönemde Aleyhissalatuvesselamın mübarek ağzından bir sesle tebliğ olunuyordu. Bu seste bir tonlama vardı. Bir hisleniş vardı. Kelamı bütünleyen bir yan vardı. Belki ay yüzünde vahyin muazzez ruhundaki tesirine göre mimikler oluşuyordu. Gözümüzün nuru gözleri ona göre bakıyordu.
Ona göre buğulanıyordu. Ona göre parlıyordu. Ona göre çakmak çakmak çakıyordu. Belki sahabesine hakikatleri aktarırken başka hareketler de ekliyordu tebliğine. Heyecanlanıyordu. Titriyordu. Ağlıyordu. Şimdi ahirzaman müslümanına bunları duymak acayip geliyor ama nazil olan bir sûrenin ardından sakallarının ağardığı oluyordu. "Beni Hûd sûresi ihtiyarlattı!" buyurmasının ardında böyle bir tecrübe olduğunu nakleder bazı kaynaklar. Allahu'l-a'lem.
Gerçi İslam âlimleri, Allah hepsinden razı olsun, bu tarz 'kelamı bütünleyici' bilgileri de hıfzediyorlar/naklediyorlar ama bizim bunlara vukufiyetimiz ne kadar? Vakıf olduklarımızdan hissemiz ne kadar? Bu hisseden hissedişimiz ne kadar? Bir tefsir eserinde kelamın makamını anlatan beyanları okuduğumuzda hakkı olan duygulanmayı ne kadar yaşayabiliyoruz? Arapçamız zaten yok. Hafızların okuyuşundaki hikmetli tonlamalardan bir parça hüzünden gayrı pek az şey alabiliyoruz. Mealleri mi tavsiye edeceksiniz? Gülerim. Ursula Le Guin dahi Zihinde Bir Dalga'sında "Harita manzaranın kendisi değildir!" der. Kaldı ki mealler harita bile değildir. Onlar mealcinin aklının aldığı kadar okurlarına yol tarifidir.
Halbuki Aleyhissalatuvesselamın mübarek sesindeyken "Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne makamda söylemiş?" en az "Ne söylemiş?" kadar belirgindi. Nasıl? Meseleyi yeterince net ifade edemiyor ama yukarıdaki misali tekrar edeceğim: Ayşe bağırdığında sözünün değerini ifade eden bu dört menbaın hepsi sesinin üzerindeydi. Bağıranın Ayşe olduğunu, kime bağırdığını, ne bağırdığını, ne makamda bağırdığını o sesten anlayabiliyorduk. Şimdi "Ayşe bağırdı!" diye okuduğumuzda birçok şey kayboluyor. İşte 'tefsir' gibi, 'kıraat' gibi, 'kelam' gibi birçok ilim bu bağlam eksikliğini gidermek için gerekiyor. Hatta hadis ilmi dahi bunun bir telafisidir.
Biz doğrudan, sesten, ortamdan alamadığımız şeyleri dolaylı olarak, yazılı metinlerden, ikincil kaynaklardan almaya çalışıyoruz. Onlarla zenginleşerek şu yoksunluğumuzu gidermeye çabalıyoruz. Kabul edelim: Bu çaba çok eksik bir çabadır. Azla yetinmek zorunda kalan bir çabadır. Bu yüzden sonraki hiçbir nesil sahabeye yetişemez. Çünkü onlar bizzat duyanlardır. Bizzat duyanla okuyan bir olmaz.
Bu bahisten Rahman sûresine dair bir hislenişime atlamak istiyorum. Çünkü hem mevzuu biraz daha açacak hem de hislenişimi istişareye açmış olacak. Malumunuz: Rahman sûresi kısa bir mealiyle "Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz?" buyruğunun 31 defa tekrar edildiği bir sûredir. Ben bu sûreyi dinlerken bir haşyet hissederim. Daha doğrusu bir parça şöyle bir hisleniş yaşarım: Şey, nasıl yapmalı, kelimelerle tarif etmek zor. Üç tecrübe misaliyle anlatacağım.
Birinci misalimiz sokaktan. İki ihtiyar amca bir mevzuu tartışıyor. Yaklaşıyorsunuz. Ortak bir tecrübenin taraflardan birisince inkârı sözkonusu. Öteki sinirlenmiş. Sayıyor: "Ben dükkanına geldim. Sana 'Böyle böyle oldu' dedim. Sen sinirlendin. Böyle olmadı mı? Sonra kalktın. 'Ben ona gider hesabını sorarım!' dedin. Hatta arandın da dükkanın anahtarını bulamadın. Kapatamadın. Bekledik seni. Böyle olmadı mı? Aradın çocuklardan birisini sonra. 'Dükkana gel. Anahtarı kaybettim. Kasanın başında dur!' dedin. Geldi çocuk. Sonra beraber çıktık. Böyle olmadı mı?"
İkinci misalimiz evden. Annesiyle kızı bir anlaşmazlık yaşıyorlar. Yaklaşıyorsunuz. Yine ortak bir tecrübenin taraflardan birisince inkârı sözkonusu. Annecik gönül koymuş. Söyleniyor: "Ben sana 'Komşuya gidiyorum. Ocakta yemek var. Arada bir bak!' demedim mi? Hatta sen dizi izliyordun. Tulumba gibi başını salladın. Ben emin olmak için 'Başını sallama. Dediğimi anladın mı? Yemek var ocakta!' demedim mi? Sen bu defa 'Üfff, tamam anne ya, anladık!' diye çemkirdin de 'Bak, o yemek yanarsa, akşama hesabı sen verirsin!' demedim mi?"
Üçüncü misalimiz işyerinden. İki kardeş bir geçimsizlik yaşıyorlar. Yaklaşıyorsunuz. Yine ortak bir tecrübenin taraflardan birisince inkârı sözkonusu. Abi kardeşine öfkelenmiş. Telefona bağırıyor: "Daha altı ay önce 'Abi, arabayı vurdum, acil para lazım!' dedin de yine para göndermedim mi? Geçtiğimiz yıl kolunu kırdın, üç ay işe-güce bakamadın, yine para göndermedim mi? Ondan önce de 'Çok borcum var!' diye ağladın bir gün. 'Evime haciz gelecek!' dedin. Yine para göndermedim mi?"
Bu misalleri anlatmamdaki maksat şuydu: Bu tekrarların da farklı farklı şekillerde bize hissettirdiği hislenişler var. Hatta şu tekrarların varlığı bu hitaplardaki belagati güçlendiriyor. Daha tesirli kılıyor. Her tekrar bir öncesindeki cümlelerin kaybolmasını engelliyor. Onları havada tutup muhatabın kalbine mıhlıyor. Hatırına çakıyor. Vicdanının suratına aşkediyor. Beyana güç katıyor. Hem o tekrarlar aynı zamanda bir tür nefes alma da oluyor. Ne için? Elbette hitap edilenlerin anlayışları için. Onların cümlelerin kıymetini/hikmetini kaçırmamaları için. Daha belki birçok hikmetle Kur'an'da böyle tekrarlar yapılıyor. O tekrarda bir azamet hissediliyor.
Fakat bu biz bu hissedişleri ancak tefekkürlerimizle kovalarsak yakalayabiliyoruz. Ve Rahman sûresinin adı neden 'Rahman' böylelikle daha kolay anlıyoruz. "Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz?" buyruğunun her tekrarında taraflardan birisince nankörlüğüne düşülmüş bir tecrübenin hatırlatılması var çünkü. Tabir-i caizse, münkirin kafasına çaka çaka, isbat edilmesi var. Nedir o hakikat? Bu hakikat, Cenab-ı Hakkın Rahman, bizimse onun bağışından sayılamayacak kereler/defalar istifade etmiş acizler oluşumuzdur. İnkâr eden kim peki? Ha, onu da uzaklarda aramamak lazım, aynaya baksak kendisini gösterir.
Yine mürşidimin beyanıyla bitireyim: "İ'lem eyyühe'l-aziz! Kur'ân-ı Kerim okunurken, istimâında bulunduğun zaman muhtelif şekillerde dinleyebilirsin. Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, nübüvvet kürsüsüne çıkıp nev-i beşere hitaben Kur'ân'ın âyetlerini tebliğ ederken, kıraatini kalben ve hayalen dinlemek için kulağını o zamana gönder. O fem-i mübarekinden çıkar gibi dinlemiş olursun. Veya Cebrail (a.s.) Hazret-i Muhammed'e (a.s.m.) tebliğ ederken, her iki hazretin arasında yapılan tebliğ-tebellüğ vaziyetini dinler gibi ol. Veya Kab-ı Kavseyn makamında, yetmiş bin perde arkasında Mütekellim-i Ezelînin Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma olan tekellümünü dinler gibi hayalî bir vaziyete gir."