Rahmete açılanan kapı olarak şükür

Afife ARTIK

İktisat Risalesi yazıları–5

Cenab-ı Hak insanı hadsiz nimetleri ile terbiye ediyor. İhtiyaçlarının izini süren insan bir faaliyet içine giriyor. Aşkla rızkını celb ediyor veya rızkının celbi ile müncelîb olup gidiyor. Ömrü kısa belki, eli de kısa fakat muhatap olduğu nimetler tükenmez bir Rahmet hazinesinden geliyor yani; gönderiliyor. Elinin ve ömrünün kısalığıyla beraber ihtiyaçları ve arzuları gayet fazla.

İnsan, Rahmet hazinelerinin listesi olduğu için, Rahmet hazinesinde bulunan ne varsa her hepsini tartacak, ölçecek mizancıklar mahiyetine derç edilmiş. Bu ölçü aletlerinin, tartıların Rahmet hazinelerinde bulunan çeşit çeşit nimetleri tartması ise hazinenin sahibini tanımakla mümkün. Yani; yediği üzümün bağını, bağcısını ve neden ve ne münasebet ile, ne gaye ile kendisine bu üzümü verdiğini sormak, merak etmek, dikkate almak ile. “Bana kim ve ne için bu nimetleri veriyor?” diye düşünmekle.

Eğer biz bu üzümü sadece yiyecek olsa idik neden bu kadar lafit, zarif, hikmetli olsundu ki? Demek bunu bana veren zât beni doyurmaktan başka gayeleri olmalı. Meyve sadece yememiz için olsa, içinde gelecek ağaçların programını taşıyan çekirdeğe neden hacet olsun ki? Fani bir meyveyi yerken içinde bekaya ait bir cilve taşıyan çekirdeğin de olması bir şey anlatmıyor mu?

Renkler, kokular, tatlar, hikmetli suretler… bu kadar masraf sırf midemizde gömelim diye olabilir mi? bunların husule gelmesi için zerreler ve yıldızlar harıl harıl çalışıyor, güneş döndürülüyor, dünya döndürülüyor, mevsimler değiştiriliyor.

Dünyayı ve içindekileri ve dahî kainatı ve içindekileri insana musahhar eden RAHMET’e nasıl ulaşacağız?

O Rahman’ın rahmetine vâsıl edecek kapılardan biri şükür kapısıdır. Maddi ve manevi rızkın içinde rızkı vereni görmek, Rezzak’ın rahmetinin iltifatı olarak o in’ama muhatap olmak ile; bize bir iltifatta bulunuluyor olduğunu derk etmek ile o kapıdan girilebilir.

Maddi ve manevi rızıkların her halinden anlaşılıyor ki; bunları veren, gönderen, bizi böyle kollayıp gözeten, incecik zevklerimizi dikkate alan, elbette kendisini tanıttırmak ve sevdirmek için bu nimetleri gönderiyor. Rahmeti ile bizi bildiğini bize bildiriyor.

Yediği her lokma ekmek, içtiği her yudum su, insan olan insan için bir hidayet vesilesi olabilir. Zira o nimet ile kendini tanıttırmak ve sevdirmek irade ediyor, nimetlerin sahibi oln Zât. Bundan habersizce onları yutmak ise hayvaniyet seviyesinde kalmaktan başka nedir? Şu fevkalade güzel kokular, fevkalade güzel tatlar, fevkalade güzel şekiller, hayvanca yutuvermek için midir? Vereni düşünmeden “benim malım” demek için midir?

İnsan, çalıştım da kazandım diyebilir. Peki var olmak nimetini elde etmek için ne kadar çalıştık? Göz, kulak, el, ayak için ne gibi bir servet verdik? Sevebilen ve merhamet edebilen bir kalb için nasıl bir mesai harcadık? Evlatlarımız için beslediğimiz ulvî duyguları nereden satın aldık? Gözümüzden akan bir damla yaşı ne ile kazandık?

Bizi yaratan ve yaşatan Allah, verdiği ve vermekte olduğu nimetleri saymakla bitiremeyeceğimizi haber veriyor. İşte kağıt, işte kalem, isteyen denesin. Doğrusu, bir fark ediş adına güzel olur. Dilerseniz bir şükür defteri de açabilirsiniz, ömrünüzün sonuna dek yazdıkça yazarsınız ve her birine bir not da düşebilirsiniz: bu nimeti fark edip buraya yazmak da ayrı bir nimet ve o da ayrı bir şükür ister. İsterseniz bir de şükrümün şükrü defteri edininiz. Kuşkusuz o defter de bir başka deftere ihtiyaç duyacak.

Pek çok konuda kullandığımız bir misal vardır. Kavanozun dışını yalamakla, içindekinin tadını alamazsın deriz hani. Fakat şükür öyle bir iksir ki insan hakiki şükrü edemese ama şükürden bahsetse o dahî lezzetlidir. Şükür kavanozunun dışı bile tatlı yani. İçini hakiki şakirler bilir elbet. Allah bizi de şükredenlerden eylesin.

Sakın demeyelim Allah rızkımı arttırırsa ben de şükrümü arttırırım. Bunu söylemek şeytanın İsa Aleyhisselam’a dediğini demek gibidir. Hani şeytan diyor: “madem ecel ve her şey kader-i İlahî iledir, sen kendini bu yüksek yerden at, bak  nasıl öleceksin.” İsa Aleyhissalem da ona diyor: “Cenab-ı Hak, abdini tecrübe eder ve der ki: sen böyle yapsan sana böyle yaparım. Göreyim seni yapabilir misin?” diye tecrübe eder. Fakat abdin hakkı yok ve haddi değil ki, Cenab-ı Hakkı tecrübe etsin ve desin: ‘ben böyle işlesem sen böyle işler misin?’ diye tecrübevari bir surette Cenab-ı Hakkın rububiyetine karşı imtihan tarzı sû-i edeptir, ubudiyete münafidir.” Haddini bilmek ve efendisine efendilik taslamamak, tembellik zindanından kurtulmanın yollarından biridir aynı zamanda.

Allah bizi, kendisine kulluk etmemiz için yarattı. Hem türlü türlü nimetlerine de mazhar etti. Kendisine muhatap olabilecek bir mertebe verdi ve kendi namına iş görmek ile de tavzif etti. Bütün bunlara mukabil, “bana çok nimet ver de şükredeyim” gibi âmirane bir tavır elbette kulluk ile bağdaşamaz.

Bunlara ilaveten; dünyada geçmiş ve gelecek insanların en çok şükredeni olan peygamberimizin hayatına baktığımızda da şükrün, maddi nimetlere bağlı olarak yerine getirilmesi gereken bir ibadet olmadığı dersini alıyoruz. Dünyadan nasibi artınca şükretmek, azalınca da şikayet etmek, bir kulluk tavrı olarak görünmüyor. İşin özünde şikayet, kulluğun edebine münafi. Sadece kendi nefsini yine nefsin sahibi olan Allah’a şikayet olabilir başka değil.

Şükürde en ileri gidenlerden olan ehl-i beyt’in yaşayışlarına baktığımızda da şükrün dünyadan fazla pay almakla uzaktan yakından ilgili olmadığı görülüyor. Ev işlerinde yardımcı olacak bir hizmetçiye bedel Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahuekber kelimelerini babasından alan ve o ihtiyacının bu kelimeler ile daha mükemmel karşılandığını ifade eden Hz. Fatıma validemizi anlamakla, şükrü de anlayanlardan olmamız umulur.

Madem şükürden gaye, Allah’ın rahmetine kavuşmaktır, o rahmet ile tanışmaktır. Öyle ise, bizi rahmete îsal edecek her şey de nimet olur.

Mesela; acz ve fark rahmetin celbine vesiledir. İnsanın aciz ve fakir olarak yaratılmış olması insan için en büyük nimetlerdendir. Bu nedenle de aczini ve fakrını bilen Rahmete ulaşabilir. Birinci Söz’deki sağ yolun yolcusu olmak da aczini ve fakrını anlayıp da Allah’ın kudret ve rahmetine bel bağlamak ile değil midir?

İnsanın beka alemine gidecek olması da Rahmet-i Ebediyyenin muhtaç-ı müteşekkiri olması iledir. Demek bekaya sebep de Bakî olan Zât’ın şükrüdür. Zaten dünya ve ahiret Rahmetin tablasıdır. Yani; kerem sahibi olan Allah, Rahmetini dünya ve ahiret tablasında bize ikram ediyor. Bu yüzden de dünyada da ahirette de hayır ve iyilik istiyoruz. Dünya ve ahiretin hayrı ise şükürledir ve şükürdedir.

Şimdi nasıl maddi rızıklar bize toprak perdesi arkasından ve aynı rahmet olan yağmur vasıtasıyla veriliyorsa, biz de rahmet kapısı olan toprak altından geçmekle ebedî aleme gideceğiz. Müjdelenmiş olarak gitmenin yolu ise şükürde gizli.

Maddi ve manevi, dünyevî ve uhrevi tüm lezzetler rahmetten birer katredir. Bu lezzetlerin en büyüğü ise ruhânî lezzettir. Ruhun lezzeti de Allah’a muhabbetten gelir, Allah’a muhabbet de Allah’ı bilmekle, tanımakladır. Bu tanımak ise kendisini Rahmeti ile bize tanıttırmak istemesindendir. İşte biz de nimetten in’am’a; in’amdan Mün’im’e bakabildiğimizde şükretmiş oluruz ki bu şükürlerin en büyüğü ve en makbulü Allah bizi huzuruna çağırdığında bin can ile bu çağrıya icabet etmek yani namaz kılmak iledir. Yirmi dört saati ve o saatler içinde vücut, sıhhat, selamet nimetlerini tadıp da bunları verene bir saatini ayırmayı çok görmek de en büyük nankörlük olsa gerek.     

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.