Üstadın, baş kısmında "Cennetin bazı letâifine işaret eder." ve "ahval-i cennetten" bahseder dediği, 28. Söz, fihrist kısmında ise, "Bakara Suresinin 25. Âyetinin cennete ve saadet-i ebediyeye dair hakikatini teyid eden yüzer âyâtın mühim hakikatini iki makamla tefsir eder." cümleleri ile tanıtılıyor. Fihristteki tariften de birinci makamın 28.Söz, ikinci makamın ise Mesnevideki Lasiyyemalar olduğu anlaşılıyor.
28.Söz ve fihristte geçen "bu âyetin hakikatini teyid eden yüzlerce âyet" notundan da 25. Âyetin cennet ve saadet-i ebediyeden bahseden âyetlerin özeti olduğunu anlıyoruz.
Ders yaptığımızda, yeri geldiğinde mutlaka okuduğumuz "Cennete dair cennetten daha güzel, hurilerden daha lâtif, selsebilden daha tatlı olan beyanât-ı âyât-ı Kur'aniye" cümlesi ise, cennet ve saadet-i ebediyeden bahseden âyetleri tanıtan, âcizane kanaatime göre, asr-ı saadetten sonra bu âyetler için söylenmiş en keskin, en derin, en belağatlı, bir o kadar da hakikatin ifadesi olan cümledir. Gerçekten o alakalı âyetleri kısa mealleriyle de olsa okuduğumuzda, bunun böyle olduğunu anlıyoruz.
Bu cümlenin devamı ise, aslında bütün âyetler içinde söylenebilecek fakat bazı kör ve basiretsiz nefislerin kısa meal ve bazen de maksatlı ve eksik izahlara bakıp ayrıca terazilerinin bozuk, idraklerinin kapalı oluşundan dolayı yetişemedikleri ve tenkit parmakları ile yoklamaya çalıştıkları aynı âyetleri üstad, "o parlak, ezelî ve ebedî, yüksek ve güzel âyetler" vasıfları ile tanıtıyor. Ayrıca âyetleri bazı basamaklarla akla yaklaştırıp âyetlerden aldığı bir demet çiçek numunesini de elimize tutuşturuyor.
Diğer önemli ve dikkatimizi çeken bir husus da üstadın, nurlarda 'cennet' kelimesi yerine daha çok "birden çakıp biten bir şimşek, bir katre serap" dediği dünyevî istikbal ve saadete karşılık, "ebedî, sönmeyen bir güneş" olarak zikrettiği "saadet-i ebediye ve âlem-i ebediyet" tabirlerini kullanmasıdır.
"Saadet-i ebediye, âlem-i ebediyet, cennet-i bâkiye" vasıflarının ortak paydası, ebed kelimesi. Yani sağ ve sol duvarları camdan olduğundan, geniş ve güzel gördüğümüz fakat fani, kısa, ahiret meyvesi olmazsa faydasız, bazen dağdağalı bir uyku kısalığında, rüya gibi geçen dünya hayatına bedel; zahiren bir kuyu ağzı gibi görünen kabre bakıp feryatla ve her şeyimiz heba oldu zannıyla ümitsizliğe düşmeyelim. Bir ebed ülkesi bizi bekliyor. Zaten o ülke olmazsa, bizi bu kısa, dar, bir türlü doyamadığımız âlemde misafir eden Zât-ı Kerim'in her işi boş, hikmetsiz ve mânâsızlığa; bizim tüm teveccüh ve muhabbetimiz düşmanlığa, ( ki kâfir o yüzden düşman) davet için gönderdiği tüm kitap ve peygamberleri ise, bir oyuncak keyfiyetine inkılâb eder. Yani o Zât-ı Kerim, bizi burada mükellef sofralarla ağırlayıp yedirip içirdikten sonra, "bizleri çürütecek yılan ve akreplere yedirip imha edecek, zülümatlı ve korkunç bir kabir" ile yüz yüze bırakmayacaktır. Öyleyse katiyen anlaşılıyor ki bir âlem, başka bir memleket bizleri bekliyor. İşte o âlem "ebed âlemi" yani bitmeyen bir âlem... Kısa, geçici, bitici değil. Niçin değil? Çünkü biten, geçici bir âlemde tam, noksansız ve lekesiz bir sürûr ve lezzet olamaz. Biten âlemde hep endişeli bir bekleyiş hâkimdir. Bu da sürûr ve sevinci, saadet, lezzet ve nimeti, esrar ve envarı yani parlaklığı lekedâr eder, kemirir ve neticede bitirir. Böyle biten, sönen, endişeli bir bekleyişin hâkim olduğu âlemde, mânevî ve maddî lezzetler kemale çıkmaz. Öyle bir âlemde saadet tahakkuk edemez.
Üstadın "tevhidin semeresi ve rahmetin unvanı cennet ve saadet-i ebediye" dediği o âlem-i gayptan "o âlemin lisanı ve müfessiri olan Kur'an'dan ve onun mübelliğ-i Zişanı ve o âlemi, gayb aşina nazarı ile bizzat görmüş olan Zât-ı Risaletten başka da bize doğru haber verecek ne bir lisan ne de bir zât vardır.
Burada en önemli bir husus da mahdut, sınırlı, başta zaman pek çok kayıtlarla kayıtlı; kendine yetişmek ve kendini anlamak ve kendini tariften bile âciz bir akılla, kısmen suret belki de isimden başka hiçbir şekilde bu âleme benzemeyen ve bu âlemin ölçüleriyle o ebed âlemini tartmaya, tam anlamaya kalkmamızdır. Üstadın, o âlemden haber veren âyet ve hadîsleri akla yakınlaştırmak, Kur'an cennetinden cennetten daha güzel çiçeklerini almak için, bir sürü izahtan sonra "Bu küçücük aklımızın terazisiyle o muazzam hakkatler tartılmaz." özet cümlesi ile, Ziya Paşa'nın aynı mealdeki beytine de yer verilmesi gösteriyor ki bu aceleci, hazır keyifçi, aklı gözüne inmiş, maddeci, akılla, insanın câmi, lâtif, yüksek keyfiyetini anlamadığı gibi, ebedden haber veren bu parlak haberleri de anlamakta zorlanacaktır.
Anlamamasının başka bir sebebi de var. Üstadın yine çok yüksek bir isabet ve tespitle "görünmediğinden çabuk unutturulabilen" dediği hakikî Mabûda "imanla âmel-i salihin semeresi ve rahmetin unvanı" ve Allah'ın has kullarına rahmetinden ikramı olan, "ne gözün gördüğü ne kulağın işittiği ve ne de kalb-i beşere doğmuş" cennet ve saadet-i ebediye, dünyanın bütün güzellik ve mükemmeliyetinden binler derece daha yüksek olduğundan, yine beşer aklı anlamakta zorlanıyor.
Böyle bir ebed âlemi ebediyeti için alan tecelleriyle sadece bir cilvesine işaret ettiği bir Zâtı, kendi âmel ve aynası ve kabiliyetince görmek müjdesi ise, bozulmamış bir akıl ve kalp sahibi için ne kadar büyük, merakla istenecek bir mazhariyet olduğu ise, izah edilemez bile.
Evet hayalimizin bir cevelanı, gözümüzün bir güzellik, aklımızın ise bir hakikat, dilimizin bir tat, kulağımızın bir nağme karşısında dünya ölçülerinde aldığı noksan ve mahdut lezzetleri zaten her an tadıyor ve ücretlerini peşinen alıyoruz. Daha yenilerinin peşinde koşmamız ve bunların bir türlü doymaması gösteriyor ki sadece tadımlık olan bu lezzet ve ücretlerin insanın ulviyetine ve bunları şükr-ü örfilerinin genişliklerine göre daha yüksek karşılıkları vardır.
İşte, "sözün en doğrusu, nazmın en belağatlısı, bütün mülkün sahibi, hakiki Mâliki olan, kudreti her şeye galip her şeyi kuşatan Allah'ın kelamı" olan Kur'an, bu karşılıkları bazen açık, bazen de işaret yoluyla yüzler âyeti ile bize bildiriyor. Âyetin ve hadîsin bildirdiği dünyevî âmellerin ebedî karşılığını, aslında hikmet ve rahmet de gösteriyor.
Cennet zaten "rahmetin unvanı" değil midir? Bu geçici, devamsız, noksan dünya hayatını lezzet ve güzelliklere boğan Rahmet, burada böyle tattırdığı lezzet ve nimetlerin asıllarını göstermez mi? Bunun aksi rahmeti lekedâr etmez mi? Bu âlemde kendini kör gözlere de gösteren Rahmet, dünyada hevâ ve hevesini, cihazat ve duygularını Onun yolunda güzelce kullanan misafirlerini, nefislerin bütün özelliklerini memnun edecek şekilde ebed âleminde ağırlamaz mı? İşte bu ağırlamanın adı ve unvanı ise, dünya lezzetlerinin de başında bulunan yemek, içmek ve nikâhın en güzel ve nezih ve geniş şekllerinin bulunduğu cennettir ve saadet-i ebediyedir.
Evet dostlar, bu mevzuyu en iyi anlamak için, 28. Söz, 32.Sözün son kısmı ve İşarâtül İcazdaki Bakara Suresinin 25. Âyetinin geniş ve güzel tefsirini, tefekkür ve mütalaâlı bir şekilde okumanızı tavsiye ediyorum.
Selam ve dua ile.