Eskiden Güneydoğu’da ‘kadrolu imâm’ yok idi;
Köylerde çalışanlarsa yarı aç-yarı tok idi.
Köyün yıllık zekâtına râzı olur ‘fahrî imâm’…
Derme-çatma bir câmîde vazîfeye eder devâm.
‘Müntehî’ olmuş ilimde, ‘Medrese’de tahsîl yapmış;
Lâkin resmî diplomayı ‘okul’ me’zûnları kapmış…
Cevrine râzı olarak bir mezraaya sığınırsan,
Ağa’ya karşı gelmesen, geçim olur bir az âsân…
Köylü, Ağa’ya tarafdâr: kimsenin var mı şübhesi?
İşlerde bir terslik olsa: imâm da kim, neyin nesi?
Bir garibân imâm olmuş, yıllarca, böyle bir yerde;
Hizmet etmiş tâkatince, çâre üretmiş her derde…
Ramazanlar, terâvihler, cum’a, bayram namazları..
Nikâh, cenâze, ta’ziye, mevlîd, duâ-niyâzları..
Görev yapmış hiç durmadan, zekâta karşılık, imâm…
Neye kızmış ise, bir gün, Ağa demiş: “Artık tamam!”
“Tası-tarağı topla git! Bir gün dahî burda durma!”
“Aman, Ağam! Sebeb ne ki?” “Yıkıl! Bir de soru sorma!”
Köy halkının huzûrunda zor gelmiş bunca hakàret;
Demiş: “Ey ahâlî, insâf, kaç yıl etmedim mi gayret?
Sizlere merhametimden neler yaptım, hele bir sor…
Bulursunuz benim gibi birisini artık çok zor!
Kıymetimi bilmediniz, sizlere hiç söylemedim;
Oruca hep geç başlatdım, zahmet çekmesinler, dedim.
Hâlinize acıyıp da, akşam ezânlarını ben,
O sıcak ramazanlarda, kaç sene okudum erken…”