11 Ayın Sultanı Ramazan-ı şerife ulaşmanın tarifsiz sevincini yaşarken aynı zamanda ülkemiz içerisinde cereyan eden hadiselerle birlikte hüznü de en yüksek seviyede hissediyoruz. Bu yazımızda cereyan eden hadiselerin bize anlatmaya çalıştığı bir şeyler olduğunu düşünerek Ramazan-ı Şerif içerisinde bu hadiselerin bize neler anlatmaya çalıştığını anlamaya çalışacağız. Ramazan ki hadisle sabit başı rahmet, ortası mağfiret ve sonu cehennem ateşinden kurtuluş olan bir aydır. Fakat bu ayı sadece zamanı yaklaştığında düşünmek ve ramazan ikliminin birden oluşacağını beklemek ne derece doğrudur? Bediüzzaman Said Nursi Şualar adlı eserinde yer alan mektupta bu konu ile ilgili çarpıcı bir tespit yapmaktadır.
“Aziz, sıddık kardeşlerim!
Bugün manevî bir ihtar ile sizin hesabınıza bir telaş, bir hüzün bana geldi. Çabuk çıkmak isteyen ve derd-i maişet için endişe eden kardeşlerimizin hakikaten beni müteellim ve mahzun ettiği aynı dakikada bir mübarek hatıra ile bir hakikat ve bir müjde kalbe geldi ki: Beş günden sonra çok mübarek ve çok sevablı ibadet ayları olan şuhur-u selâse gelecekler. Her hasenenin sevabı başka vakitte on ise, Receb-i Şerifte yüzden geçer, Şaban-ı Muazzamda üçyüzden ziyade ve Ramazan-ı Mübarekte bine çıkar ve cuma gecelerinde binlere ve Leyle-i Kadir’de otuzbine çıkar. Bu pekçok uhrevî faideleri kazandıran ticaret-i uhreviyenin bir kudsî pazarı ve ehl-i hakikat ve ibadet için mümtaz bir meşheri ve üç ayda seksen sene bir ömrü ehl- i imana temin eden şuhur-u selâseyi böyle bire on kâr veren Medrese-i Yusufiye’de geçirmek, elbette büyük bir kârdır. Ne kadar zahmet çekilse ayn-ı rahmettir. İbadet cihetinde böyle olduğu gibi, Nur hizmeti dahi nisbeten -kemmiyet değilse de keyfiyet itibariyle- bire beştir.
Çünki bu misafirhanede mütemadiyen giren ve çıkanlar, Nur’un derslerinin intişarına bir vasıtadır. Bazan bir adamın ihlası, yirmi adam kadar faide verir. Hem Nur’un sırr-ı ihlası; siyasetkârane kahramanlık damarını taşıyan, Nur’un tesellilerine pekçok muhtaç bulunan mahpus bîçareler içinde intişarı için bir parça zahmet ve sıkıntı olsa da, ehemmiyeti yok. Derd-i maişet ciheti ise: Zâten bu üç ay âhiret pazarı olmasından herbiriniz çok şakirdlerin bedeline, hattâ bazınız bin adamın yerinde buraya girdiğinden, elbette sizin haricî işlerinize yardımları olur diye tamamıyla ferahlandım ve bayrama kadar burada bulunmak büyük bir nimettir bildim.” (Şualar sh:494)
Bu mektubun satır aralarında şuhur-u selasenin bir mü’mini ramazan-ı şerifin mübarek atmosferine hazırladığına vurgu yapan Said Nursi, hasenelerin de bu aylarda katlanarak yazılacağını ifade etmektedir. Bunun yanı sıra üç ayların bir ahiret pazarı olmasını ifade etmesi de dikkate değer bir noktadır. Demek ki ramazan-ı şerifi tam anlamıyla idrak edebilmek için öncesindeki geçen sürenin yani Recep ve Şaban aylarının da kendi içerisinde ciddi bir şekilde idrak edilmesi önem arz etmektedir. Ramazan ayı Kur’an-ı Kerim’in nüzul olduğu ay olması hasebiyle Kur’an ile meşgul olmanın önemli olduğu bir aydır. Fakat ramazan-ı şerifte Kur’an- ı Kerim ile meşgul olabilmek Recep ve Şaban aylarında hatta yılın geri kalan döneminde de Kur’an-ı Kerimle meşgul olabilmekten geçmektedir. Böylelikle ramazan-ı şerifte Kur’an-ı Kerim daha bir farklı, zekât ve sadaka gibi olgular daha lezzetli hale gelebilmektedir.
Biz de yazımızda bu sebepten ötürü öncelikle hayatımızın her günü Kur’an ve sünnet odaklı yaşamak gerektiği üzerine duracağız. Akabinde ramazan ikliminin oluşacağı ve bu minvalde ramazanı 11 ayın sultanı olarak idrak edebilmenin sırrına vâkıf olabilmeye çalışacağız.
Said Nursi, Ramazan Risalesinin girişinde şöyle der:
“Birinci Kısmın âhirinde şeâir-i İslâmiyeden bir nebze bahsedildiğinden, şeâirin içinde en parlak ve muhteşem olan Ramazan-ı Şerife dair olan bu İkinci Kısımda, bir kısım hikmetleri zikredilecektir. Bu İkinci Kısım, Ramazan-ı Şerifin pek çok hikmetlerinden dokuz hikmeti beyan eden Dokuz Nüktedir.”
Burada dikkate değer olan kısım şeâir-i İslâmiye kısmıdır. Bunun için Mektubatta 29. Mektubun Birinci Risalesinin 9. Nüktesine bakmak gerekiyor:
“Mesâil-i şeriattan bir kısmına "taabbüdî" denilir, aklın muhakemesine bağlı değildir, emrolduğu için yapılır. İlleti, emirdir.
Bir kısmına "mâkulü'l-mânâ" tabir edilir. Yani, bir hikmet ve bir maslahatı var ki, o hükmün teşriine müreccih olmuş; fakat sebep ve illet değil. Çünkü hakikî illet, emir ve nehy-i İlâhîdir.
Şeâirin taabbüdî kısmı, hikmet ve maslahat onu tağyir edemez. Taabbüdîlik ciheti tereccuh e diyor; ona ilişilmez. Yüz bin maslahat gelse onu tağyir edemez. Öyle de, "Şeâirin faidesi yalnız malûm mesâlihtir" denilmez ve öyle bilmek hatadır. Belki o maslahatlar ise, çok hikmetlerinden bir faidesi olabilir.
Meselâ, biri dese, "Ezanın hikmeti, Müslümanları namaza çağırmaktır. Şu halde bir tüfek atmak kâfidir." Halbuki, o divane bilmez ki, binler maslahat-ı ezâniye içinde o bir maslahattır. Tüfek sesi o maslahatı verse, acaba nev-i beşer namına, yahut o şehir ahalisi namına, hilkat-i kâinatın netice-i uzmâsı ve nev-i beşerin netice-i hilkati olan ilân-ı tevhid ve rububiyet-i İlâhiyeye karşı izhar-ı ubûdiyete vasıta olan ezanın yerini nasıl tutacak? Elhasıl, Cehennem lüzumsuz değil. Çok işler var ki, bütün kuvvetiyle "Yaşasın Cehennem" der.
Cennet dahi ucuz değildir; mühim fiyat ister.”
لاَيَسْتَوِۤى اَصْحَابُ النَّارِ وَاَصْحَابُ الْجَنَّةِ اَصْحَابُ الْجَنَّةِ هُمُ الْفَۤائِزُونَ
İbadetin bazı türü vardır ki bunlar taabbüdi olarak yapılır yani sadece Cenab-ı Hak emrettiği için ya da nehyettiği için yapılır. Diğer yapılan bütün açıklamalar o ibadet için asıl oluşturmaz. Yukarıdaki pasajda geçen ezan örneğini ele alalım. Ezan-ı Muhammedînin binlerce hikmeti var iken sadece Müslümanları namaza çağırma hikmetini düşünüp bunun yerine tüfek atmayı tercih etmek safsatadan ibaret olacaktır. Çünkü ezanın birden fazla maslahatı vardır ve bunların bazılarını insan olarak bizler tam anlamıyla idrak edemeyebiliriz. Bu bakış açısıyla yapılan ibadetlerin büyük bir kısmı sadece emir olduğu için yapılmalı ki bundan murad Cenab-ı Hakkın rızasını kazanmak olmalıdır.
Taabbbüdi kısım ile ilgili bugün yaşadığımız sıkıntılar bazı noktalarda Cenab-ı Hak çeşitli sebeplerle -afetler gibi- insanoğluna şefkatli bir tokat vurarak ikaz etmektedir. Deprem ve sel gibi hadiselerde Allah, insanlığa bir uyarı göndererek onları doğru yola sevk etmeyi ister ve böylelikle imanın ve İslam’ın çizgisinden ayrılmamaları gerektiğini hatırlatır.
Deprem hadisesini ele alalım; ülkemizde 10 ili derinden etkileyen bir hadise karşısında kalben ve ruhen derin müteessir olduk. Burada her bir Müslümanın alması gereken dersler vardır. Biz bu yazımızda konuyu şefkat tokatları üzerinden irdeleyeceğiz. Burada şefkat tokatlarını ifade etmemizin sebebi her bir şahsın kendi nefsinin bu şefkat tokatlarından bir hissesinin olmasına atıf yapmak içindir yoksa deprem bölgesindeki vatandaşların üzerine bir suç atıp “bu şefkat tokatlarını hak ettiler” manasında bir kullanım söz konusu değildir. Bu şerhi düştükten sonra şefkat tokatlarının mahiyetini şöyle ifade edebiliriz: Şefkat tokatları insanları intibaha getirip uyandırır. Şefkat tokadı, yanlışa giden birisini şefkatli ve hafif bir ceza ile yanlışından döndürme işlemidir.
Şayet bu tokat olmasa kişi gafletle yanlışa girip daha büyük cezalara maruz kalacak, bu sebeple şefkat tokadından rahatsız olmak değil aksine onun gelmesinden memnun olmak gerekir.
Bu konuda Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor:
“İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu ki Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler.” (Rum, 30/41)
“Sana ne iyilik gelse Allah’tan gelir, sana ne kötülük gelse senden kaynaklanır…” (Nisa, 4/79)
“Senden önceki topluluklara da elçiler göndermiştik. Belki yalvarıp yakarırlar diye onları sıkıntıya ve zarara uğratmıştık. Verdiğimiz sıkıntılar başlarına gelince yalvarıp yakarsalardı olmaz mıydı? Ama kalpleri katılaştı ve yapmakta olduklarını şeytan onlara güzel gösterdi. Kendilerine hatırlatılan görevleri unuttukları zaman önlerine bütün kapıları açarız. Verilen nimetlerle şımardıkları bir sırada da onları yakalayıveririz. Birdenbire umutsuzluğa düşerler.” (En’âm, 6/42-44)
“Herkesin yaptığı iyiliği de işlediği kötülüğü de önüne konmuş olarak bulacağı gün, (insan) ister ki kendisi ile kötülükleri arasında uzun bir mesafe bulunsun. Allah sizi Kendisinden gelecek bir azaptan sakındırıyor. Çünkü Allah, kullarına çok şefkatlidir.” (Al-i İmran, 3/30)
Ayetlerle de sabit olduğu üzere şefkat tokatları gerçeği hayatın içerisinde yer almaktadır.
Burada her bir birey kendi nefsine dönüp en son ne zaman zekât ya da sadaka verdiğini Kur’an-ı Kerim ile en son ne zaman meşgul olduğunu düşünmeli ve zekâtı asgari düzeyde vermeye çalışmanın yollarını ararken emanetçi olduğunun bilinci olmadığını; taabbüdî bir şekilde emri verenin Cenab-ı Hak olmasının -haşa- yeterli olmadığını dil ile olmasa da hâl ile ifade edip etmediğini sorgulamalıdır. Çünkü bu durum belli bir aşamayı geçtikten sonra manevi bir hastalık halini almakta ve amele, taate muvaffak olamamaya kadar gitmektedir. Nursi bu konuyu 4 manevi hastalığı incelediği risalesinde şöyle ifade etmektedir:
“Birinci Hastalık: “Yeis”tir.
Arkadaş! Amele ve taate muvaffak olamayan azaptan korkar, yeise düşer. Böyle bir meyusun gözüne, dinî meselelere münafî edna ve zayıf bir emare, kocaman bir bürhan görünür. Böyle birkaç emareyi elde eder etmez, diğer emarelerin sâikasıyla ilan-ı isyan ederek İslâm dairesinden çıkar, şeytanın ordusuna iltihak eder. Binaenaleyh a’male muvaffak olamayanlar, yeise düşmemek için şu âyete müracaat etsin:
قُلْ يَا عِبَادِىَ الَّذِينَ اَسْرَفُوا عَلٰۤى اَنْفُسِهِمْ لاَتَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللهِ اِنَّ اللهَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ جَمِيعًا اِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ
Amele ve taate muvaffak olamamak ibadetlere taabbüdî olarak bakamamaktan kaynaklanmakta ve bu durum manevi bir hastalık olarak kendini göstermektedir. Durum böyle olunca işler daha karmaşık bir hale dönüşerek -Allah muhafaza- isyan boyutuna kadar gidebilmektedir. Zekât konusu üzerinden bu konuyu Said Nursi’nin meseleyi ele alış biçiminden örnekleyelim:
“Cenâb-ı Hak bir kısım maldan onda bir (Yani, her sene taze verdiği buğday gibi mallardan onda bir) veya bir kısım maldan kırkta bir, (Yani, eskiden verdiği kırktan ki, her senede galiben ve lâakal ribh-i ticarî ve nesl-i hayvanî cihetiyle, o kırktan taze olarak on adet verir) kendi verdiği malından birisini bizden istedi —tâ bize fukaraların dualarını kazandırsın ve kin ve hasetlerini men etsin. Biz, hırsımız için tamahkârlık edip vermedik. Cenâb-ı Hak, müterakim zekâtını, kırkta otuz, onda sekizini aldı.
“Hem her senede yalnız bir ayda, yetmiş hikmetli bir açlık bizden istedi. Biz nefsimize acıdık; muvakkat ve lezzetli bir açlığı çekmedik. Cenâb-ı Hak, ceza olarak, yetmiş cihetle belâlı bir nevi orucu beş sene cebren bize tutturdu.
“Hem yirmi dört saatte birtek saati, hoş ve ulvî, nuranî ve faideli bir nevi talimat-ı Rabbâniyeyi bizden istedi. Biz tembellik edip o namazı ve niyazı yerine getirmedik. O tek saati diğer saatlere katarak zayi ettik. Cenâb-ı Hak, onun kefareti olarak, beş sene talim ve talimat ve koşturmakla bize bir nevi namaz kıldırdı” demiştim.
Sonra ayıldım, düşündüm, anladım ki, o rüya-yı hayaliyede pek mühim bir hakikat vardır. Yirmi Beşinci Sözde, medeniyetle hükm-ü Kur’ânı muvazene bahsinde ispat ve beyan edildiği üzere, beşerin hayat-ı içtimaîsinde bütün ahlâksızlığın ve bütün ihtilâlâtın menşei iki kelimedir:
Birisi: “Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne?” İkincisi: “Sen çalış, ben yiyeyim.”
Bu iki kelimeyi de idame eden, cereyan-ı ribâ ve terk-i zekâttır. Bu iki müthiş maraz-ı içtimaîyi tedavi edecek tek çare, zekâtın bir düstur-u umumî suretinde icrasıyla, vücub-u zekât ve hurmet-i ribâdır.
Hem değil yalnız eşhasta ve hususî cemaatlerde, belki umum nev-i beşerin saadet-i hayatı için en mühim bir rükün, belki devam-ı hayat-ı insaniye için en mühim bir direk, zekâttır. Çünkü, beşerde, havas ve avâm, iki tabaka var. Havastan avâma merhamet ve ihsan; ve avâmdan havâssa karşı hürmet ve itaati temin edecek, zekâttır. Yoksa, yukarıdan avâmın başına zulüm ve tahakküm iner; avâmdan zenginlere karşı kin ve isyan çıkar. İki tabaka-i beşer, daimî bir mücadele-i mâneviyede, bir keşmekeş-i ihtilâfta bulunur. Gele gele, tâ Rusya’da olduğu gibi, sa’y ve sermaye mücadelesi suretinde boğuşmaya başlar.
Bu durumun temel nedeni iman derecesiyle eş değerdir.
“Ramazan-ı Şerifteki savm, İslâmiyetin erkân-ı hamsesinin birincilerindendir. Hem şeâir-i İslâmiyenin âzamlarındandır.
İşte, Ramazan-ı Şerifteki orucun çok hikmetleri, hem Cenâb-ı Hakkın rububiyetine, hem insanın hayat-ı içtimaiyesine, hem hayat-ı şahsiyesine, hem nefsin terbiyesine, hem niam-ı İlâhiyenin şükrüne bakar hikmetleri var” (Mektubat, s.566).
Tabi buradaki geçen ifadelere anlam yükleyebilmek için belli bir birikimden beslenmek gerekmektedir. Bunun için ise hayatımızın genel akışını Müslümanca yaşayabilmek önem arz etmektedir. Böylelikle ramazan; ramazan-ı mübarek şeklini alacak ve 11 ayın sultanı olacaktır. Bugünlerde yüzleştiğimiz deprem ve sel felaketi gibi olaylara da ramazan iklimi içerisinde belki bu gözle de bakmak yerinde olacaktır. Her bir mü’min kendi nefsinde, iç dünyasında bu muhasebeyi yaparak başımıza gelen bu afetlerle ilgili kendisinin payı da olduğunu düşünürek duaya devam ederse, emr-i ilahi ve nehy-i ilahi konularında kendisini muhasebeye çekerse ramazan; ramazan-ı mübareke, hayat; iman dolu bir hayata inkılab edecektir inşallah.
Hayatta bazen musibet, felaket ve afetlerle yüzleşebiliriz. Tüm bunlar yaşanırken bir yandan da hayat akmaya devam ediyor. Bu tür hadiselerin yaşanmaması şevkimizi kırmaması için Said Nursi’nin şu ifadeleri imdadımıza yetişiyor:
“Evet, evet; neam, neam… Sivrisinek tantanasını kesse, bal arısı demdemesini bozsa sizin şevkiniz hiç bozulmasın, hiç teessüf etmeyiniz. Zira kâinatı nağamatıyla raksa getiren hakaikin esrarını ihtizaza veren musika-i İlahiye hiç durmuyor. Mütemadiyen güm güm eder.
Padişahların padişahı olan Sultan-ı Ezelî, Kur’an denilen musika-i İlahiyesi ile umum âlemi doldurarak kubbe-i âsumanda şiddetli ses getirmekle, sadef-i kehf-misal olan ulema ve meşayih ve hutebanın dimağ, kalp ve femlerine vurarak, aks-i sadâsı onların lisanlarından çıkıp seyr ü seyelan ederek, çeşit çeşit sadâlarla dünyayı güm güm ile ihtizaza getiren o sadânın tecessüm ve intıbaıyla; umum kütüb-ü İslâmiyeyi bir tanbur ve kanunun bir teli ve bir şeridi hükmüne getiren ve her bir tel, bir neviyle onu ilan eden o sadâ-yı semavî ve ruhanîyi kalbin kulağıyla işitmeyen veya dinlemeyen; acaba o sadâya nisbeten sivrisinek gibi bir emîrin demdemelerini ve karasinekler gibi bir hükûmetin adamlarının vızvızlarını işitecek midir?"
Peki tüm bu felaketler içerisinde kardeşlerimiz için özellikle ramazan ayını idrak ettiğimiz şu günlerde nasıl yardımcı olmalıyız? Onlara yaptığımız nakdî ve aynî yardımlar yeterli olacak mıdır? Elimizden gelen başka ne vardır? Bu tarz sorulara verilebilecek tek ve yeterli cevap “Dua” olacaktır. Bu konuda da Said Nursi, mü’minin mü’mine olan duası ile ilgili şunları söylemektedir:
Birinci Sualiniz: Mü’minin mü’mine en iyi duası nasıl olmalıdır?
Elcevab: Esbab-ı kabul dairesinde olmalı. Çünki bazı şerait dâhilinde dua makbul olur. Şerait-i kabulün içtimaı nisbetinde makbuliyeti ziyadeleşir.
Ezcümle: Dua edileceği vakit, istiğfar ile manevî temizlenmeli, sonra makbul bir dua olan salavat-ı şerifeyi şefaatçı gibi zikretmeli ve âhirde yine salavat getirmeli. Çünki iki makbul duanın ortasında bir dua makbul olur. Hem بِظَهْرِ الْغَيْبِ yani “gıyaben ona dua etmek”; hem hadîste ve Kur’anda gelen me’sur dualarla dua etmek. Meselâ:
اَللّٰهُمَّ اِنِّى اَسْئَلُكَ الْعَفْوَ وَالْعَافِيَةَ لِى وَلَهُ فِى الدِّينِ وَالدُّنْيَا وَاْلاٰخِرَةِ
رَبَّنَۤا اٰتِنَا فِى الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِى اْلاٰخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ
gibi câmi’ dualarla dua etmek; hem hulûs ve huşu’ ve huzur-u kalb ile dua etmek; hem namazın sonunda, bilhassa sabah namazından sonra; hem mevâki’-i mübarekede, hususan mescidlerde; hem Cum’ada, hususan saat-ı icabede; hem şuhur-u selâsede, hususan leyali-i meşhurede; hem ramazanda, hususan leyle-i kadirde dua etmek kabule karin olması rahmet-i İlahiyeden kaviyyen me’muldür. O makbul duanın ya aynen dünyada eseri görünür veyahut dua olunanın âhiretine ve hayat-ı ebediyesi cihetinde makbul olur. Demek aynı maksad yerine gelmezse, dua kabul olmadı denilmez; belki daha iyi bir surette kabul edilmiş denilir." (Mektubat sh:279)
Cenab-ı Hak, Ramazan iklimine girdiğimiz şu günlerde, taabbüdî imanımızı arttırsın; afetzede ve musibetzede kardeşlerimize de Rahmetiyle muamele eylesin. Allah, bizlere merhamet eylesin.