Ramazan oruç ayı... Oruç tutmak olağandır, gazetecilik lisanıyla söylersek, “haber değeri taşımaz”. Tutan bilinmez, tutmayan bilinmez. Daha doğrusu böyle olmasa gerekir. Tutan oruç tuttuğunu hâli tavrıyla göstermemelidir. Eğer gösterirse, hal ve hareketleri değişirse, sözü lâfı farklılaşırsa, dilinde ve telinde şiddet belirirse... İşte o zaman o orucu değil, oruç onu tutuyor demektir.
Tutmayan da bilinmemeli... Neden? Büyük bir kitle ramazanı oruçla geçiriyor; bu sıcak yaz mevsiminde, 17-18 saat oruç tutmanın arkasında güçlü bir inanç vardır.
Bu inanca saygı göstermeli.
Eskiler anlatır: “Biz oruçluyken Ermeni, Rum, Süryani... komşularımız alenen yiyip içmezlerdi...”
Bu takdir edilen saygı, karşılığını getirir: Müslümanlar da onların ibadetlerine, oruç benzeri uygulamalarına riayet ederler. Birlikte yaşamanın binası böyle yapılır.
Eskiden ramazanda lokantalar açık olur, fakat yemek yiyenler görünmesin diye perde çekilirmiş. Bu da bir edep.
Elbette, oruç tutan kâmil bir müslüman için alenen yenilip içilmesi bir rahatsızlık uyandırmaz. Çünkü bu mükellefiyet kendisine aittir, oruçlu olmayanların yaptıkları onun için mesele teşkil etmez; belki sevabını artırır. Fakat, geçmişte gayrimüslimlerin gösterdiği inceliği zamanımızın müslüman isimli, ramazanı es geçip bayramı da kimseye kaptırmayan şahıslarından beklememeli miyiz?
Bana kalsa beklemem. İnanan tutar, inanmayan tutmaz. İnanan fakat özrü olan da tutmaz. Kimin ne olduğunu tefrik edemem bu yüzden. Fakat ortak yaşamanın kuralı, değere saygı göstermektir. Saygı gösterenin saygı göreceğini bilmektir.
Ramazanın haber teşkil eden tarafı basınımıza göre iki şekilde tezahür eder. Birincisi, oruç tutanların tutmayanları darb ettiği haberleri.
Geçmiş yıllarda bu tür haberler daha ramazanın ilk günlerinde başlardı. Çoğu uydurma bu haberler, oruçlu insanlar üzerinde bir kuşku uyandırmak, uzun süre aç durmaya tahammül eden bu insanları tahammülsüz göstermek maksatlıydı.
Artık tek tük böyle haberlerle karşılaşıyoruz. Şöyle haberlar daha yaygın hale geldi: “Filan şehre gittim, ramazanda gündüz açık lokanta yoktu!”
Bu neyse, asıl şuna ne demeli: “Ramazanda öğle vakti bir lokantaya girdim, bana içki servisi yapmadılar. Ramazanda içki vermiyorlarmış! Olacak şey mi?”
Ramazanın farkını oruç tutmayanlar da anlamalı değil mi? Anlamalı ve o ana gövdenin hissiyatına saygı duymalı değil mi?
Basınımız ramazan haberi noksanını Malatya’nın bir köyünde davulcu ile ona kızan bir vatandaşta buldu. Beklenti şu: Sünniler alevileri kesecek, sürecek, yok edecek!
Ramazanda yangın çıkarmak, çıkarmadığı takdirde ufak bir kıvılcımı körüklemek basınımızın değişmez işlerinden. Davul tozundan minare gölgesinden haber yapmak... Ya gerçekten çatışma olsa? O zaman kim bilir neler yapacaklar.
Ramazana saygı, inanana saygı. Bunu beklemek hakkımız...
Ömer Lütfi Mete’den bir teravih şiiri...
Bizden erken gidenlerden dostumuz Ömer Lütfi Mete’ye rahmet okumanız dileği ile bir şiirini sizlere sunmak istiyorum: İlk teravih. Oruç meşakkatli bir ibadet, teravih de öyle. Son zamanlarda teravihe devam edenlerin azaldığı söyleniyor. Bakın merhum Ömer Lütfi onun çocukça lezzetini nasıl anlatıyor:
Elim dedemin elinde o gece
Evden koptuğumuz zaman
Bir sefer sanki yücelerden yüce
Bense beklenen kahraman
Aşıyoruz dere tepe
Merak divane kırsağım
Miğferim şu koca kubbe
İnce minare mızrağım
Karşılıyor bizi önce şadırvan
Yere değiyor ayaklar
Asıl silahını bu sulardan kuşan
Er meydanına öyle var
Kalmasın elde ve yüzde
Oyun kaygılarından iz
İşte ezan, işte müjde
Gir şimdi, derin ve sessiz
Ön safta dedem ve en arkada ben
İlk defa böyle diriyim
İçimde hiç bilmediğim bir güven
demek devlerden biriyim
Sözü çıkıyor dedemin
Beş duyuyla binbir duyum
Alnımı süzünce zemin
Yirmi kat tutuyor boyum...
Yeni Akit