Raşit Zil abinin el arabsı

Habibi Nacar YILMAZ

İnsanın bazen hayal dünyasını yokladığı oluyor. Hayalinde bulduğu şeyler bazen insana "va hasreta" bazen de "va esefa" dedirtiyor. Hayal, insan aklının kontrolü zor olan ve cevelanı da geniş bir latifesi olduğundan onun elini de tutmak hayli zor ve müşkil… Hayali, bir hayli kuvvetli olan büyük insan da iki büyük hane olarak gördüğü ve hayaliyle ziyaret ettiği memleket ve alemi İslam’daki dindaşlarının elemiyle müteellim ve firaklarıyla mahzun oluyordu. Çoğu zaman, nice dostlarımız, sevdiklerimiz ahbaplarımız güzel dünyadan bir bir ayrılıyor ve âlem-i şehadetten kopuyor ve bize hazin hayal levhalarını emanet olarak bırakıyorlardı. Bunu dostlarımız sayısınca hepimiz yaşıyor ve biliyoruz.

Demek en ziyade insanı öldüren ahbaptan müfarakat idi. Bunun insanı yakan, sıkça mazi tarafına çeken bir tarafı da vardı. Elbette ki hayalimizi insan eli ile yazılan sun’i mektuplardan ayırıp Nakkaş-ı Ezeliye çevirmeyince, insanları misafir tasavvur etmemekten kaynaklanan tevehhümler, insana hüzün-engiz halet, dehşetli vaziyetler veriyordu. Fakat kahvaltı hükmünde olan bu dünya misafirhanesinden muvakkaten ayrılıp yalnızca yer değiştiren ve belki başka güzel bir yerde görüşmek üzere bizi bekleyen dostlarımız, ahbaplarımız bu düşünce ve imanla bize lezizane bir hüzün veriyordu. 

Şu muvakkat dünyada, rahmet tablalarını ve nimet sofralarını önümüze açan ve ahirette, derecemize göre baki şekilde istifademize sunacağını vaad eden Rahmet-i Rahman’a imandan başka bir teselli de yoktu. Medeniyetin bulduğu muvakkaten iptali his nevinden oyuncaklar, her gün insanın kalbinde hissettiği binlerce ayrılık darbesiyle yırtılıyor ve parçalanıyordu. Hayal böylece bir yandan bizleri hüzün-engiz bir halete bir yandan da lezizane bir hüzne sürüklerken hayalin insanı çeken, insana ümit aşılayan, yaratılış gayesine sevk eden bir tarafı da vardı.

Bir şarkının ‘Rüyaymış hepsi meğer/ Rüya olsa bile o günlerin/ Hayali cihan değer’ diye seslendirdiği hayalin bir de geleceğe bakan, ebede dönük bir yüzünün olduğunu da unutmayalım. Onun için Üstadın hayaline sorduğu ‘Hiçlikle bitecek olan milyon senelik dünya saltanatı mı yoksa adi, meşakkatli bir vücut mu?’ tercih edersiniz sorusunun ‘Beka isterim.’ cevabı da gösteriyor ki bu dünyanın milyon sene süren saltanatları da hayali doldurmuyordu ya da tatmin etmiyordu. Hayal böyle zengin ve genişti.

Böyle geniş bir hayalin bir de gayesi olmalıydı. İnsanları canlandıran emelin de hayal ile mümkün olduğunu unutmamalıydık. Önümüzde bir ‘gaye-i hayal’ olmazsa ya da bu hayal unutulsa zihinlerimiz günlük meşgalelerin arasında kaybolacak, bir müddet sonra da yaşadığımız gibi düşünmeye başlayacaktık. Yani takdim ve temsil keyfiyetimizi unutup sıradanlaşacaktık. Üstadın bir yerde gaye-i hayal olarak görüp hedefi ruh olarak gösterdiği ‘ebedi saadete namzetliğimiz’ de yine hayalimizi kontrol altına tutmakla mümkündü herhalde. 

Aramızda kalsın ama ben size bir şey daha diyeyim: 24. Mektupta işaret edilen ‘Terakkiyat-ı beşeriyenin ve havarık-ı medeniyenin ve keşfiyatların’ dahi bir hayale ulaşmak için yapılan duaların neticesi olduğunu söyleyebiliriz.

Hülasa, ilim ile bütünleştiğinde ancak faydalı olabilen hayallerimizin tozlu raflarında duran ve ara sıra tuzunu sildiğimiz birkaç hatıramızın tozlarını bu yazımızda silmeye çalışacağız.

1977’nin son aylarında Trabzon'a geldiğimizde bu bölgelerde Nur hizmetlerinin tanıtılmasına vesile olmuş ve mütebessim simasıyla ve şefkatli edasıyla insanı saran Müslim Selçuk abimizi bulmuştuk. Yine temkin ve tavizsiz duruşuyla rahmetli Mustafa Dinçer abimiz ve diğer abiler de vardı. Benim dünyamda ayrı bir yeri olan bir abimiz de rahmetli Raşit Zil idi. Karslı olan bu güzel insan, askerlik dönüşü Zübeyir abinin yanına uğramış bir müddet hizmetinde kalarak okuma yazmayı nurlarla öğrenmiş cevval biriydi. Zübeyir abinin "hizmette kal" tavsiyesine rağmen hayat-ı içtimaiyeye atılınca dostlar tavsiyesiyle Trabzon'a gelmiş, el arabasında çakı çakmak satarak geçimini sağlıyordu. Biz de o zaman gece bölümünde okuduğunuz için gündüz sabahları birkaç saat ona yardım ederek biraz da harçlık çıkarıyorduk. 

Günlük okumalarını, evrad ve zikrini hiç ihmal etmez, etrafında da sevilen bir küçük esnaftı. "Ben Risale-i Nur üniversitesinin aciz bir talebesiyim" derdi devamlı… Bu küçük esnafın yanına gelen herkes, ami bir insandan tut, üniversite hocasına kadar, seviyesine göre dersini alır, tekrar ondan ders dinlemek isterdi. İlkokulu dahi bitirmeyen, okuma yazmayı dahi kendine yetecek kadar yeni öğrenmiş bir insan üniversite hocalarına bile dersler veriyordu. Bir defasında üniversiteden bir hoca Raşit abinin aldığı dersleri öğrencilerine tekrar ederken ‘Allah'ı öğrenmek isteyen falanca yerde el arabası olan kişiye uğrasın, ona öğrenci olsun’ diye tavsiye ederdi.

1979'da biricik evladı Ahmet, meşhur bir futbolcunun kazaen karıştığı kazada vefat etmişti. Evladını ebedi aleme uğurlarken takındığı ‘kazaya rıza, kadere teslim’ tavrı bizi hem sevindirmiş hem de düşündürmüştür. Kazaya karışan futbolcunun helallik istemesine karşılık ‘Kardeşim ömür boyu namazını kılarsan hakkımızı helal ediyoruz’ demişti. Bildiğim kadarıyla o arkadaş da namaza başlamış ve halen de namazına devam ediyordu.

Bir gün yine el arabasının başında müşteri beklerken bir yandan Ayet’ül Kübra risalesini okuyordum. Ceplerinde Aydınlık Gazetesi olan iki genç yanıma gelmiş, istediklerini verdikten sonra ben onlara hemen Ayet’ül Kübra’dan kısa bir ders okumuştum. Gençler, hemencecik kendilerini ele vermiş, inançsız olduklarını söyleyivermişlerdi. Biraz heyecanlandım ve "sizinle geniş ve müsait zamanda bu konuları tartışıp konuşmak isterim" diye teklifte bulunmuştum. Onlar da hemen kabul etmiş ve ertesi gün Dost Kitabevi'nde saat beşte buluşmak üzere sözleşmiştik.

Dost Kitabevi, Aydınlık Gazetesi’nin merkez üssüydü ve ben oraya gidip onları alarak eve götürüp sohbet edecektik. Ertesi sabah hem oraya hem de Raşit abiye dost olan bir üniversite talebesi yanımıza geldi ve ‘Siz dün burada iki gençle bugün görüşmek üzere sözleştiniz mi?’ diye sordu. Evet dedim. "Bu görüşme olmayacak" dedi. Niçin dedim. O iki genç Dost Kitabevi‘nin Maocu tayfasına gidip bu durumu ve el arabasındaki abi ile buluşup tartışacağız haberini iletince, hepsi telaşa kapılmış. Fakat bu telaş, benimle buluşacaklarından değil, Raşit abi ile buluşacaklarını sandıklarından dolayı imiş. Çünkü onlar beni zaten tanımıyorlardı. El arabası deyince Raşit abi zannetmişler. Meğer Raşit abi nurlardan aldığı feyizle, bazen Dost Kitabevi’ne uğrar, onları epeyce sıkıştırır ve çoğunu ikna edermiş. Ben bunu bilmiyordum, sonradan öğrenmiştim.

Bütün bunları bir vefa, bir örnek, rahmete vesile olsun ve sahip olduğumuz hakikatlerin kıymetini bilelim diye anlattım. Dost Kitabevi’ni paniğe sevk eden ve o iki genci benimle buluşturmayanlar, benden değil el arabasının sahibi Raşit abiden çekinmiş, ondan değil onun anlattığı hakikatlerden korkmuş ve bir imtihan sırrının daha tecellisine vesile olmuşlardı. Demek ki hidayet, o kadar değerli ve paha biçilmez, karşılığı ancak ebedi saadet olan firdevsi bir nimet ki onun sahibi bu nimete kimin layık olduğunu biliyordu. ‘İstediğime hidayet veririm.’ hakikatini ilan ederken aslında şunu da ilan ediyordu: ‘Hidayeti ben veririm ama hidayet isteyeni de ancak ben bilirim.’ Bu kadar pahalı bir nimet bir fiyat karşılığı veriliyordu ancak.

Ne dersiniz dostlar, bu cennet-asa baharın rahatlığında kıymet bilenlerden miyiz acaba?

Selam ve dua ile…

Yazarın görüntülü sohbetleri: https://www.youtube.com/channel/UClcxDfhJE-MJhh_KbhrKqfQ

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (12)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.