Refah denilince aklımıza öncelikle “bolluk içinde, pürüzsüz, sıkıntısız, rahat bir hayat” gelir. Günümüzde bunu yakalayanların sayısı ülkeler itibariyle farklılık gösterse de yine çok düşük yüzdelerle ifade ediliyor. Buna göre dünyada refah kavramından söz etmek oldukça zor.
Saadete gelince, o refahtan oldukça farklı bir kavram. Her türlü imkânın yerinde olması saadet için çoğu zaman yeterli olmayabiliyor. Her isteklerine anında ulaşabilen kişilerin mutlaka mesut olacaklarını söyleyemiyoruz. Servet yanında sıhhat de önemli bir faktör. Bir diş ağrısı bile her türlü konfora sahip olan kişinin dünyasını karartmaya yetebiliyor. İnsan medenî bir varlık olduğundan tek başına yaşaması düşünülemez. Böyle olunca sevdiği kimselerin de tamamının sıhhatli ve problemsiz olmaları gerekiyor. Bunu yakalamak oldukça zor. Bir an için bunun gerçekleştiğini var saysak bile, insan yaşadığı toplumun ve bütün bir insanlık aleminin dertleriyle dertlenecek bir yaratılışa sahip. Depremlerden trafik kazalarına, siyasî çekişmelerden cinayetlere kadar nice olaylarla çepeçevre sarılmış durumda. Bu tablo bize Allah Resulünün (asm.) şu hadis-i şerifini hatırlatıyor: “Dünyada rahat yoktur.”
Dünyada refah ve rahat yoktur, ancak saadetin bu dünya hayatında da tadılması mümkündür. Bunun reçetesi Nur Külliyatında şöylece ifade ediliyor: “İman tevhidi, tevhid, teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder.” (Sözler)
Bu cümlede saadetin temeli ve ilk adımı iman olarak sunuluyor. Yani kendisini Allah’ın eseri bilmek, çevresinde onun hizmetine koşan bütün varlıkları da yine Onun yarattığının şuurunda olmak. Kendini bu dünya hayatında Rabbinin misafiri, güneşi kâinat sarayının lambası, ağaçları birer tablacı görmek. Bu başlı başına bir saadettir.
Bu dünyada ana hatlarıyla “iman, salih amel, takva ve güzel ahlak” denilen dört maddeden imtihan edildiğini sürekli göz önünde bulunduran insan, iman etmenin, güzel ve faydalı işler görmenin, her türlü kötülükten ve günahtan uzak durmanın, güzel ahlak ile bezenmenin mutluluğunu yaşar. Saadet; göz ve gönül tokluğundadır. Kanaatsiz, kıskanç ve hasetçi adam mesut olamaz. Merhametli olmak, başkalarının derdini paylaşmak ayrı bir mutluluk kaynağıdır. Bunu kaçıran insanın saadeti tam ve mükemmel değildir. Hayvan gibi sadece kendini düşünen insan zengin olsa bile mesut olamaz. Gurur ve kibirden çevresini göremeyen ve sadece kendi nefsine, servetine, makamına nazar eden kişi mesut olamaz.
Saadetin yolu, alçakgönüllülükten ve çevre ile uyum içinde yaşamaktan geçer. İmanın saadet anahtarı olduğunun bir diğer yönü: İnsan iman nuruyla önündeki ölüm olayına apayrı bir açıdan bakar ve inanmanın zevkini tadar: Ölümü, parçalanıp dağılmak ve sonunda hiç olmak şeklinde değerlendiren kişi, ona adım adım yaklaşırken hangi servet ve debdebenin içinde bulunursa bulunsun mesut olamaz.
“Ölüm ve îdam intizarında bulunan bir adam sehpanın tezyin ve süslendirilmesinden zevk ve lezzet alabilir mi?” (Mesnevî-i Nuriye) Ölünce yokluğa gideceğini sanan, ölümünü bu anlayışla bekleyen ve ömür sermayesinin tamamını sadece dünya için harcayan bir kişinin hali, sehpanın en güzelinde ve en pahalısında asılmak için çalışan adama benzetilmiştir. Böyle bir insanın mesut olması mümkün değildir.
İnanmak, aklı da bir saadet aleti yapar. İnanmayan ve isyan bataklığına saplanan bir kişiyi aklı durmadan ikaz eder. O üstün yaratılışına rağmen böyle adi ve çirkin şeylerle uğraşması vicdanını daima rahatsız eder. “Fasık adam, aklın iz’aç ve tacizinden kurtulmak için galiben ya sarhoşluğa veya eğlenceye kaçar.” (Sözler) Akıl sermayesini, geçmişi değerlendirmek, onun ciddi bir muhasebesini yaparak geleceğe hazırlanmak için kullanan kişi saadet yolundadır. Ölümünü unutmak için aklını uyutan kişiye mesut denilemez. Bu uyku eğlenceyle, sefahat ile, uyuşturucuyla, içkiyle olabileceği gibi makam hırsıyla, servet aşkıyla, desinler sevdasıyla, alkış tutusuyla da olabilir.
Ne var ki, bunların hepsi ölüm öncüsü hastalıkların vücudu sarmasıyla bir anda sönüp giderler. Bir ömür boyu tadılan zevklerin kat kat fazlası ölüm beklentisiyle geçen her bir günde ıstırap olarak geri dönerler. Bu kişiye mazide sürdüğü zevk ve sefalar bir teselli veremez, istikbali ise zaten karanlıktır. Bu adam artık saadetin çok ötelerinde kalmıştır. İman tevhidi netice veriyor. Yani, Allah’a iman eden kişi bütün varlık alemini onun yarattığına, onun sevk ve idare ettiğine, “her şeyin dizgininin onun elinde her şeyin hazinesinin onun yanında” olduğuna iman etmiş oluyor.
Böyle bir kişi mahlukattan korkmaz Kendisini arzın halifesi bilir; hizmetçilerinden çekinmez. Çok iyi bilir ki şu muhteşem varlık alemini ona hizmet ettiren Allah dilemedikçe, hiçbir mahluk ona zarar veremez. Gece uykusunu rahatla alır; dünyanın bir başka gezegene çarpması gibi bir endişesi yoktur. Aynı şekilde havanın fırtınaya dönüşmesi, yerin zelzeleye maruz kalması, bulutların afet yağdırması, yıldırımın onu çarpması, yılanın zehirlemesi gibi nice olaylar karşısında bu tevhid inancı onu teslime götürür. Elinin erişebildiği konularda gerekli tedbirini alır, sonra Allah’a teslim olur ve ona tevekkül ederek hayatını saadetle geçirir.
Tevekkül başlı başına bir saadet kaynağıdır. Allah’a güvenmek, onu vekil edinmek, üstesinden gelemeyeceği bütün olayların Onun emrinde olduğunu bilerek Rabbine sığınmak büyük bir saadettir. Aksi halde insan, her şeyi kendine düşman görür, bunların büyük bir çoğunluğuna karşı da elinden hiçbir şey gelmediği için daima tereddütler, korkular, ıstıraplar içinde perişan bir hayat sürer. Veya bunların hiçbirini düşünmeme yolunu tutar. Düşünmemek ise insanî bir özellik değildir. İman, insanın dünya görüşünde de büyük bir değişme ve gelişme sağlar.
Dünyayı, Allah’ın isimlerinin tecelli yeri, ahiretin tarlası, ebedî hayatın imtihan meydanı olarak gören insan, büyük bir saadet vesilesini yakalamış demektir. Son olarak, konunun çok önemli bir yanına da değinmekte fayda görüyorum: İnsanda üç tip hayat bir arada ve iç içe bulunuyor. Bitki hayatı, hayvan hayatı ve insan hayatı. Toprağa atılan bir çekirdek gibi ana rahmine atılmamızda, rahim duvarına yapışarak bir çekirdek gibi açılmaya, büyümeye, yayılmaya başlamamızda ve nihayet dokuz aylık dönem sonunda yer yüzüne çıkacak hale gelmemizde “bitkilere” benzer bir hayat sergiliyoruz. Yeme, içme, çoğalma, yürüme, görme, işitme, uyuma ve uyanma yönümüzle de “hayvanlarla” müşterekliğimiz var. Elbette ki bu fonksiyonların icrasında onlarla kıyaslanmayacak kadar geniş ve engin bir sahada dolaşıyoruz.
Akıl ve onun fonksiyonu olan düşünme ile “insanlık” yönümüz devreye giriyor. Dünü düşünüyoruz, yarını düşünüyoruz, kendimizi ve hizmetimize verilen muhlukatı düşünüyoruz. İstikbal için planlar yapıyor, bunların icrası için birbirimizle yardımlaşıyoruz. Dedelerimizin bize aktardığı bilgiler üzerine yenilerini koyuyor, onlardan bir adım daha ileriye gitmeye çalışıyoruz. Hayvanlarda bu gibi şeyler söz konusu değil. İlk arı ne biliyorsa bugünkü arı da onu biliyor. İnsanlık, gerçekten, çok değerli bir sermaye. Bunun doğru kullanılmasıyla büyük kârlar elde edildiği gibi yanlış istimaliyle de büyük yanlışlıklar, haksızlıklar, zulümler ortaya çıkıyor. Ve bu üstün yaratılışlı insan, o muazzam sermayeyi şahsî menfaatinde, insanlara haksızlık etmede, beşeri yanlış yollara sürüklemede kullanarak hayvandan çok daha aşağı bir dereceye düşebiliyor.
Bu noktada çok önemli bir yönümüz daha devreye giriyor. İnsan, Allah’ın kendisine ihsan ettiği bu nimetleri onun rızası yolunda kullanmakla meleklerden daha üstün makamlara aday olabildiği gibi, küfür ve isyanla hayvanlardan çok daha aşağılara düşebiliyor. İşte bu yol ayırımındaki insana şu önemli ikaz yapılıyor: “Hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak. Kalb ve ruhun derece-i hayatına gir! Tevehhüm ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir âlem-i nur bulursun.” (Mesnevî-i Nuriye)
Nefis, hayvaniyet ve cismaniyet dairelerinden çıkmak istemez. Onun en ileri haz ve sürur kaynağı cismanî ve hayvanî lezzetlerdir. Halbuki gerçek saadete ancak bunları aşmakla, kalbin ve ruhun zevklerini ön plana almakla erişilebilir. Bu noktaya ulaşan insan, dünya lezzetlerinden de yeterince faydalanır. Sadece bir şart ile: Helal dairesinde kalacaktır. Para kazanma, makam sahibi olma, yeme, içme, evlenme gibi ne kadar lezzet çeşidi varsa hepsinin helal yoldan elde edilmesi mümkündür. Bu yol, nefsi meşru dairede zevklendirirken, kalp ve ruhun manevi lezzetlerini de engellemez. Aksi halde, tadılan her gayr-ı meşru zevk, kalbi yaralayacak, ruha ıstırap verecektir.
Rabbine iman ve itaat etmek, Onu daha fazla tanımaya çalışmak ve Ona muhabbet etmek, Onu anmakta mesafeler kat etmek, ilmin ve tefekkürün zevkine ermek, güzel ahlakın sefasını sürmek ve daha sayılamayacak kadar çok yollarla imanını inkişaf ve ruhunu kemale erdirmek kalbe tariflere sığmaz manevî zevkler verir. Bunları küfür ve isyanla, gaflet ve sefahatle kaybeden kişinin sadece nefsî zevklerle oyalanması saadet değil, aksine büyük bir hüsrandır. Kalbi günah ve isyanlarla yaralanan ve aklı dünya ile tatmin olmadığından sürekli azap çeken bir insanın sadece nefsini güldürmesi ve eğlendirmesi onun saadeti için kâfi değildir. Konuyu Nur külliyatından şu ibretli cümle ile noktalayalım:
“…Acaba zâil yalancı bir cennette cismi bulunan ve kalbi, ruhu cehennemde azap çeken bir insana mes’ut denilebilir mi?” (Lem’alar)