Denizlerin karanlıklarında yaşayan rengârenk balıklar vardır. İnsanların onları görebilmesi için binlerce belki milyonlarca yıl geçmesi gerekmiştir.
Günümüzün okyanus bilimcileri ve derin sulara dalan denizaltı ve dalgıçlarının ancak bir kısmını görebildikleri ve projektörlerle aydınlatarak kameralara kaydedip belgesel olarak bizlere izlettikleri bu muhteşem, rengârenk güzelliklerin ne anlam ifade ettiğini hiç düşündünüz mü?
Ya toprağın altındaki canlılar âlemi veya bir damla suda yaşayan milyonlarca mikroskobik canlılar. Kimbilir henüz göremediğimiz veya keşfedilmemiş ne gibi rengarenk varlıklar var dünyada.
Mona Lisa tablosunun gizemi üzerine insanlar konuşa dursun; tablonun hakikatini ve sanatının inceliklerini şüphesiz hiç kimse Leonardo Da Vinci kadar bilemez. Ve o tablonun gerçekte ne anlattığı konusunda da diğer insanlar sadece varsayımda bulunabilmektedirler. Tabii Da Vinci’nin sanat hakkında düşüncelerini yazdığı “Defterler”ine müracaat edenler Rönesans’ın bu ünlü ustasının sanatını bir nebze olsun anlayabilecektir.
Mona Lisa tablosuna ilham veren Mona Lisa’nın kendisi gibi milyonlarca güzeli yaratan ve sergileyen ilahi bir sanatkârın sanat galerisi olan bu evren, şüphesiz şuurlu ve bilinçli seyircileri de gerektirmektedir. Ancak karanlık ve görünmez âlemlerin güzelliklerini de herkesten önce bilen ve gören şüphesiz onların sanatkarı ve yaratıcısıdır. Evrendeki bütün güzellikler ilk önce onun nazarı ve bakışı altında temaşaya açılmakta ve sergilenmektedir. Sonra şuurlu ve bilinçli diğer varlıklar gezer ilahi sanat galerisini.
Peki, hiç düşündünüz mü, ışık diye bir şey olmasaydı ne olurdu? O zaman bizim için, ne gözümüzün var olması ve ne de renkler bir şey ifade etmezdi. Fizik bilginlerinin Cern’de asrın deneyi ile esrarını çözmeye çalıştıkları fotonlar ve parçacıklar, hâla ışığa dair keşfedilmeyi bekleyen çok şeyler olduğu mesajını vermektedir.
Günümüz kamera objektifleri ve lens teknolojisinin henüz ulaşamadığı bir harikalığa sahip olan gözümüz, ilk insandan itibaren olağanüstü bir dünyanın keşfinde bize yardımcı olmaktadır. Gözümüz; ışık aracılığı ile görüntüleri algılama ve beynimize iletme görevinin yanı sıra morötesi ve kızılötesi dalga boyları arasında binlerce renk tonunu da fark edebilecek bir hassasiyete sahiptir.
Düşünün dünyada renk olmasaydı, yani renk diye bir şey yaratılmasaydı ne olurdu? Her şeyin siyah beyaz olduğu veya gri ile sarı tonları arasında sepia bir dünyada yaşadığınızı varsayın. Hatta bilim adamları, hayvanların dünyayı renkli görmediklerini veya sadece özel bazı ısıl renkleri algıladıklarını söylerler. Ya insanlar bu kadar renk tonu görme yeteneği ile donatılmamış olsaydı veya varlıkların bir rengi olmasaydı ne olurdu?
Çok yakın zamana kadar siyah beyaz TV ile büyümüş orta yaş kuşağının hatırlayacağı gibi, gerçekten monoton ve monokrom (tek renk armonisi) bir dünyada yaşasaydık, nasıl bu kadar zengin sanat eserleri, rengârenk tablolar, duygusal şiirler, hüzünlü veya neşeli besteler ortaya koyabilirdik.
“Işık ile mevcudat görünür, hayat ile mevcudatın varlığı bilinir” vecizesinin ifade ettiği ışık hakikatini inceleyelim. Fizik biliminin çözdüğü kadarıyla insan gözü 380 ile 750 nanometre arasındaki dalga boylarını ışık olarak algılamaktadır. Ancak insanın algılayamadığı diğer dalga boylarında da ışık kavramı olabilir. Karanlık dediğimiz kavramsa Einstein’in dediği gibi “Karanlık diye bir şey yoktur. Karanlık dediğimiz sadece ışığın olmadığı bir âlemdir.”
Renk skalası ile yapılmış bir resim çalışması
Algıladığımız bu ışık; içinde ışık tayfı dediğimiz ana ve ara renklerden oluşur. Genel olarak ana renkleri herkes sarı, kırmızı ve mavi olarak bilir. Ancak bilinenden farklı olarak ışığın içindeki ana renkler, aslında yeşil, mavi ve kırmızı renklerden oluşur. Bu renkli ışıkların üst üste gelmesi ile de ara renkler ortaya çıkar. Yani yeşil ile kırmızı ışık üst üste vurunca sarı ışık, kırmızı ışıkla mavi ışık üst üste vurunca magenta kırmızısı, yeşil ile mavi ışık üst üste gelince cyan mavisi ortaya çıkar. Bu renkler de CMYK diye bilinen matbaa ve yazıcı teknolojisinin renk temellerini oluştururlar.
Ancak yeryüzünde her şeyin renklerini oluşturan pigmentleri incelediğimizde kimya biliminin keşfettiği olağanüstü bir renk mucizesi ile karşılaşırız. Hepimizin bildiği ana renkler işte bu âlemin renklerinin yapı taşlarıdır. Sarı, kırmızı ve mavi pigmentlerden oluşan ana renklerin karışımı ile ara renkler dediğimiz turuncu, yeşil ve mor renkler ortaya çıkar. Aynı zamanda bir ana rengin zıt rengi, diğer iki ana rengin karışımı olan ara renktir. Yani sarı rengin zıttı mavi ve kırmızının karışımı olan mor renk. Kırmızının zıttı mavi ve sarının karışımı olan yeşil. Mavi rengin zıttı ise, sarı ile kırmızının karışımı olan turuncu renktir.
“Her şey zıttı ile bilinir” kaidesiyle bu evrenin bütün varlığı artı-eksi, varlık-yokluk, sıcak-soğuk, ışık-karanlık, yaşam-ölüm, iyi-kötü gibi çoğaltılabilecek zıtlıklardan yaratılmıştır. Ve güzellik dediğimiz kavram da bu renk ve biçim zıtlıklarının armonisinden ve uyumundan oluşur.
Şimdi yemyeşil yapraklar arasında kırmızı gülün nasıl dikkat çektiğini düşünün. Kırmızının zıttı yeşil renktir. Mor ve sarı hercai menekşeler başka bir armoni. Bir bahar günü kırlara açıldığınızda böyle yüzlerce renk armonisine şahit olursunuz. Belki sizde ‘’Boyacı, neredesin boyacı’’ diye divane olursunuz hayretinizden.
Alışılmış sıradanlığı ve ülfeti yıkmak gibi önemli bir görevi olan güzel sanatlar, aslında hayatımızı güzelleştiren renklerin zengin çeşitliliğine ve bütün varlıkların olağanüstü renkli tasarımlarına bizim dikkatimizi çekmektedirler.
Hayat ve sağlık nimeti gibi ancak elimizden uçup gidince değerini fark ettiğimiz birçok güzellik içinde yaşayan insanın bu güzellikleri görmesi için ne yazık ki sadece gözünü açması yetmiyor.
Bu güzel kâinat galerisinde, bu kadar zengin güzellikleri görmek için, şuurlu bir nazar, bilinçli bir yaşam, duyarlı bir ruh, duygusal bir hassasiyet gibi ince mizanlarla bakmalıyız etrafımıza. Ve teşekkür etmeliyiz bu rengârenk güzellikleri bize bir gül demeti olarak uzatan sanatkârımıza.