Bismillahirrahmanirrahim
Yâ Rabbe'l-Âlemîn! Yâ İlâhe'l-Evvelîne ve'l-Âhirîn! Ya Rabbe's-Semâvâti ve'l-Arâdîn!
Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın tâlimiyle ve Kur'ân-ı Hakîmin dersiyle anladım ve îman ettim ki; nasıl semâ, fezâ, arz, berr ve bahr, şecer, nebat, hayvan, efrâdıyla, eczâsıyla, zerrâtıyla Seni biliyorlar, tanıyorlar ve varlığına ve birliğine şehâdet ve delâlet ve işaret ediyorlar.
Öyle de, kâinatın hulâsası olan zîhayat; ve zîhayatın hulâsası olan insan; ve insanın hulâsası olan enbiyâ, evliyâ, asfiyânın hulâsası olan kalblerin ve akılların müşâhedât ve keşfıyât ve ilhâmât ve istihrâcâtla, yüzer icmâ ve yüzer tevâtür kuvvetinde bir katiyetle Senin vücûb-u vücuduna ve Senin vahdâniyet ve ehadiyetine şehâdet edip ihbar ediyorlar. Mu'cizât ve kerâmât ve yakînî bürhanlarıyla, haberlerini ispat ediyorlar.
Evet, kalblerde, perde-i gaybda ihtar edici bir Zâta bakan hiçbir hâtırât-ı gaybiye; ve ilhâm edici bir Zâta baktıran hiçbir ilhâmât-ı sâdıka; ve hakkalyakîn sûretinde sıfat-ı Kudsiye ve Esmâ-i Hüsnânı keşfeden hiçbir îtikâd-ı yakîne; ve enbiyâ ve evliyâda bir Vâcibü'l-Vücudun envârını aynelyakîn ile müşâhede eden hiçbir nûrânî kalb; ve asfiyâ ve sıddıkînde bir Hâlık-ı Küll-i Şeyin âyât-ı vücûbunu ve berâhin-i vahdetini ilmelyakîn ile tasdik eden, ispat eden hiçbir münevver akıl yoktur ki, Senin vücûb-u vücuduna ve sıfat-ı kudsiyene ve Senin vahdetine ve ehadiyetine ve Esmâ-i Hüsnâna şehâdet etmesin, delâleti bulunmasın ve işareti olmasın.
Ve bilhassa, bütün enbiyâ ve evliyâ ve asfiyâ ve sıddîkînin imamı ve reisi ve hulâsası olan Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın ihbârını tasdik eden hiçbir mu'cizât-ı bâhiresi; ve hakkâniyetini gösteren hiçbir hakîkat-i âliyesi; ve bütün mukaddes ve hakîkatli kitapların hulâsatü'l-hulâsası olan Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın hiçbir âyet-i tevhîdiye-i kâtıası; ve mesâil-i îmâniyeden hiçbir mesele-i kudsiyesi yoktur ki, Senin vücûb-u vücuduna ve kudsî sıfatlarına ve Senin vahdetine ve ehadiyetine ve esmâ ve sıfatına şehâdet etmesin ve delâleti olmasın ve işareti bulunmasın.
Hem, nasıl ki, bütün o yüz binler muhbir-i sâdıklar, mu'cizâtlarına ve kerâmâtlarına ve hüccetlerine istinad ederek Senin varlığına ve birliğine şehâdet ederler. Öyle de, her şeye muhît olan Arş-ı Âzamın külliyât-ı umûrunu idâreden, tâ kalbin gâyet gizli ve cüz'î hâtırâtını ve arzularını ve duâlarını bilmek ve işitmek ve idâre etmeye kadar cereyan eden rubûbiyetinin derece-i haşmetini ve gözümüz önünde hadsiz muhtelif eşyayı birden îcad eden, hiçbir fiil bir fiile, bir iş bir işe mâni olmadan, en büyük bir şeyi en küçük bir sinek gibi kolayca yapan kudretinin derece-i azametini icmâ ile, ittifak ile îlân ve ihbar ve ispat ediyorlar.
Hem, nasıl ki bu kâinatı, zîrûha, husûsan insana mükemmel bir saray hükmüne getiren; ve Cenneti ve saadet-i ebediyeyi cin ve inse ihzar eden; ve en küçük bir zîhayatı unutmayan; ve en âciz bir kalbin tatminine ve taltifine çalışan rahmetinin hadsiz genişliğini ve zerrâttan tâ seyyârâta kadar bütün envâ-ı mahlûkâtı emirlerine itaat ettiren ve teshîr ve tavzif eden hâkimiyetinin nihayetsiz vüs'atini haber vererek, mu'cizât ve hüccetleriyle ispat ederler. Öyle de, kâinatı, eczâları adedince risâleler içinde bulunan bir kitâb-ı kebîr hükmüne getiren;
ve Levh-i Mahfûzun defterleri olan İmâm-ı Mübîn ve Kitâb-ı Mübînde, bütün mevcudâtın bütün sergüzeştlerini kaydedip yazan; ve umum çekirdeklerde umum ağaçlarının fihristelerini ve programlarını ve zîşuurun başlarında, bütün kuvve-i hâfızalarda, sahiplerinin tarihçe-i hayatlarını yanlışsız muntazaman yazdıran ilminin her şeye ihâtasına; ve herbir mevcuda çok hikmetleri takan, hattâ herbir ağaçta meyveleri sayısınca neticeleri verdiren;
ve herbir zîhayatta âzâları, belki eczâları ve hüceyrâtları adedince maslahatları tâkip eden; hattâ insanın lisânını çok vazifelerde tavzif etmekle beraber, taamların tatları adedince, zevkî olan mîzancıklar ile teçhiz ettiren hikmet-i kudsiyenin herbir şeye şümûlüne;
hem, bu dünyada numûneleri görülen celâlî ve cemâlî isimlerinin tecellîleri, daha parlak bir sûrette ebedü'l-âbâdda devam edeceğine; ve bu fânî âlemde numûneleri müşâhede edilen ihsanâtının daha şâşaalı bir sûrette dâr-ı saadette istimrârına ve bekâsına; ve bu dünyada onları gören müştakların ebedde dahi refâkatlerine ve beraber bulunmalarına bilicmâ, bilittifak şehâdet ve delâlet ve işaret ederler. (Lemalar, Münacat)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
ÂHİR : Son.
ARŞ : Allahın emirlerinin tecelli ettiği yer. Toprak su hava ve nur diye dört tane arşı vardır.
ARŞ-I A'ZAM : En büyük arş. Cenab-ı Hakk'ın arşı.
AYNE'L-YAKÎN : Göz ile görür derecede kesin olarak bilme veya bu derecede inanma.
BÂHİR : Aşikâr. Açık. Belirli. Apaçık.
BAHR : Deniz.
BERÂHİN-İ VAHDET : Birlik delilleri.
BERR : Toprak, yeryüzü, yer.
BİLİCMÂ : İcma ile; sözüne inanılır büyük bir topluluğun ittifakıyla.
BİLİTTİFAK : İttifakla, beraberce, birlikte.
EBEDÜ'L-ÂBÂD : Sonsuzlukların sonsuzluğu; âhiret, ebedî hayat.
ECZÂ : Cüz'ler, bölümler, parçalar; bir ilâcın tesirli maddesi.
EFRÂD : Fertler, şahıslar.
EHADİYET : Allah'ın yarattığı herşeyin yanında Zâtıyla, sıfatlarıyla ve isimleriyle bulunarak birliğini göstermesi.
ENVÂ-I MAHLÛKAT : Yaratıkların çeşitleri, cinsleri; çeşit çeşit yaratıklar.
ENVÂR : Nurlar. Aydınlıklar.
ERADÎN : (Arz. C.) Yerler. Arzlar, dünyalar.
ESMÂ-İ HÜSNÂ : Allah'ın güzel isimleri.
EVVELÎN : Evvelkilerin ilki.
HAKİKAT-İ ÂLİYE : Yüce, ulvî hakikat, gerçek.
HAKKALYAKÎN : Mârifet mertebesinin en yükseği; en kesin bir surette gerçeği görüp yaşamak hâli; ateşin yakıcı olduğunu bütün hislerimizle yakından duyup yaşadığımız gibi.
HÁLIK-I KÜLL-İ ŞEY : Her şeyin yaratıcısı olan Allah.
HÂTIRÂT-I GAYBİYE : Görünmeyen âlemlerden gelen ihtarlar, hatırlatmalar.
HULÂSA : Birşeyin, bir bâhsin özü; kısaca esâsı.
HULASAT-ÜL HULASA : Hulâsanın hulâsası. Özünün özü. * Ayet-ül Kübrâ Risâlesinin hülâsası.
İCMÂ : Fikir birliği. Bir meselede âlimlerin ittifak etmesi.
İHZAR : Hazırlamak.
İLHÂMÂT : İlhamlar, Allah'dan kalbe gelen mânâlar.
İLHÂMÂT : İlhamlar, Allah'dan kalbe gelen mânâlar.
İLHÂMÂT-I SÂDIKA : Doğru ilhâmlar.
İMAM-I MÜBÎN : Kader defteri. Geçmiş ve gelecekte eşyanın alacakları sanatlı ve düzenli hallerin yazıldığı, programlandığı ilim defteri.
İSTİHRÂCÂT : Bazı işaretlerle belli bir şeyi daha belirgin olarak ortaya çıkarmak.
İSTİMRÂR : Devam etme.
ÎTİKAD-I YAKÎNE : Kesin inanç, itikad.
KERÂMÂT : Kerâmetler. İkrâmlar.
KEŞF : Olacak birşeyi evvelden anlama; gizli birşeyin Allah tarafından birisine ilhâm edilmesi yoluyla bilinmesi.
KİTÂB-I MÜBÎN : Kâinattaki olayları cereyan ettiren Allah'ın kudretine âit nizam ve intizam esaslarını, kanunlarını ihtivâ eden mânevî kitap; Kudret Kitabı; Kur'ân-ı Kerîm'e de bu isim verilmiştir.
KÜLLİYÂT-I UMÛR : İşlerin bütünü.
LEVH-İ MAHFÛZ : Olmuş ve olacak herşeyin yazılı bulunduğu kader levhası.
MESÂİL-İ ÎMÂNİYE : İmânî meseleler.
MU'CİZÂT : Mu'cizeler. İnsanı aciz bırakan olaylar, hâdiseler.
MUHBİR-İ SÂDIK : Doğru haberci; Allah ve âhiretle ilgili doğru haberler veren Peygamberimiz (a.s.m.) ve diğer peygamberler (a.s.) için kullanılır.
MÜŞÂHEDÂT : Gözle görünen şeyler.
MÜŞÂHEDE : Görme, seyretme, şâhit olma.
MÜŞTAK : Arzulu, fazla istekli, iştiyak gösteren.
NEBAT : Bitki.
RAB : Besleyen, yetiştiren, terbiye eden Allah.
RABB-ÜL ÂLEMÎN : Bütün âlemlerin Rabbi.
REFÂKAT : Arkadaşlık, beraberlik.
SEMÂVÂT : Gökler.
SERGÜZEŞT : Başa gelen hâller, maceralar.
SEYYÂRÂT : Gezegenler. Bir yerde durmayıp yer değiştiren şeyler.
SIFÂT-I KUDSİYE : Allah'ın mukaddes sıfatları.
ŞECER: Ağaç.
ŞEHÂDET : Şâhitlik; Allah tarafından Peygamberimize bildirilen herşeyi kabul ve tasdik etme.
ŞÜMÛL : Kaplamak, içine almak.
TÂLİM : Öğretme, yetiştirme, eğitme.
TALTİF : İltifat etmek. Gönül almak. Yumuşatmak.
TAVZİF : Görevlendirme, vazifelendirme.
TEÇHİZ : Donatma. Cihazlandırma.
TESHÎR : İtaat ettirmek, boyun eğdirmek, emir altına almak.
TEVÂTÜR : İçinde yalan ihtimâli bulunmayan ve birbirlerine kuvvet veren haberlerden oluşan büyük bir topluluğa ait haber.
VAHDÂNİYET : Allah'ın tek ve benzersiz olup, kusur ve noksanlardan uzak olması.
VÜCÛB-U VÜCUD : Varlığı gerekli olmak, olmaması imkânsız olmak, varlığı zarurî ve vacib olmak, vazgeçilmez olmak.
VÜS'AT : Genişlik.
YAKÎNÎ : Şüphe edilmeyecek derecede kesin bir şekilde.
ZERRÂT : Atomlar, zerreler.
ZERRÂT : Atomlar, zerreler.
ZÎRUH : Ruh sahibi, canlı.