Reyhanlı ilçemizdeki menfur hadise, Türk milletinin kalbinde büyük bir acıya yol açtı. Hadise henüz tazeliğini korurken, maalesef “siyasi rant devşirmenleri, tüccarları” akbabalar gibi birden ortalıkta cirit atmaya başladılar. Bu olayı Türkiye’ye iltica eden “Suriyeli Mültecilerin” üzerine atmaya ve açık-gizli halk arasında menfi propagandaya çevirdiler. Müslüman halk arasında nifak tohumlarını atmaya başladılar. Bu zihniyet her zaman olduğu gibi suret-i haktan görünüp suyu olabildiğince bulandırmaya çalışıyor. Ama yazık, hem de çok yazık ki, bütün bu iki yüzlü hareketlerini “Müslümanlık/Mezhepçilik ve Türklük” adına olduğunu ilan etmekten de geri kalmıyorlar.
Artık şunu bilsinler ki, bu bilinen ve “cılkı” çıkmış bayat numara, millet tarafından yutulmuyor.
Bu zihniyet sadece içte değil, dışta da her fırsatta aynı bayat numarayı çekiyor. Dün belki geçerliliği var idi, ancak bu günün dünyasında ne içte ve ne de dışta bu yalan artık sökmüyor. Zaman zaman da akıl babaları neden halk tarafından kabul görmediklerini, halkın tasviplerine mazhar olamadıklarını da belli başlı platformlarda dile getirdiklerini görüyoruz.
Hayret hem de ne hayret! Demek ki basiretin bağlanması olayı böyle bir şeymiş!
Beyler!, önce şu sırça köşkten bir ininiz, köylünün, halkın, yani anlayacağınız “göbeğini kaşıyanların” arasına karışınız. Sizin boy endamınızı gösteren ayna işte bunlar. Kendinizi, çıplak bir şekilde, rötuşsuz, ambalajsız, cilasız muhterem cemalinizi seyrediniz. Böylelikle hakiki değerinizi, kaç kratlık ayar olduğunuzu, kalitenizi ve ülkeye kattığınız katkıyı görme bahtiyarlığına erersiniz de gözünüz açık gitmezsiniz! Şunu zinhar unutmayınız ve inanınız ki bugünkü konumunuzu ve koltuğunuzu da kaybetmek üzeresiniz, sallanıyor, çatırdıyor, benden söylemesi. Elveda sırça köşkler! Elveda protokoller, kokteyler. Elveda şampanyalar viskiler..!
İsterseniz halka hep çekilen şu iki yüzlü bayat numaralara bakalım: Evvelâ; Mezhepçilik noktasını kaşıyarak siyaset yapmak isteyenlere şunu söylemek hepimizin en birinci görevi: Koskoca İslam tarihi şahittir ki, bu fevkalade tehlikeli ve zararlı bir yoldur. Fitneden ve ihtilaftan başka hiç bir faydası yok. İslam tarihinde bir- iki olaydan başka olmamasına rağmen hala etkisinin Şii-Sünni ikileminde devam etmesi ve dahilde dayanışma ve tesanüte zarar vermesi; insanın bir elinin diğer eline, bir gözünün diğer gözü aleyhinde davranması gibi kabul edilemez bir durum olup, aklı başında olan hamiyet sahibi insanların zerre miskal buna meyletmesi mümkün olamaz.
Sığınmacıları kapı dışarıya atmak isteyen guruba gelince; sanırım şu tarihi olay konuya milliyetçilik damarından yaklaşanlara yeterli olacaktır:
“1838’de Kossuth Layoş önderliğindeki Macarlar, Avusturya hakimiyetine başkaldırıp cumhuriyet ilan ediyor ve savaşmak zorunda kalıyorlar. Karşı taraf da buna seyirci kalmıyor. Avusturya ile sorunları olan İtalyanlar ve Polonyalılar da Macarlara yardım ediyor. Avusturya bunlarla baş edemeyince Rusya’yı yardıma çağırıyor.
Genaral Paskeyeviç ki, çok acımasız ve güçlü bir komutandır. Sınırdan içeri giriyor. Hedefinin ilk sırasında Macarlar yer almıyor, nedense onlara karşı sabırlı. Polonyalıları acımasız bir şekilde takip ediyor. Macarları ve İtalyanları, Avusturyalılar cezalandırıyor. Avusturyalılardan ve Ruslardan kaçanlar Osmanlı’ya sığınıyorlar. Avusturya ve Rusya Osmanlı’ya baskı yapıyor, mültecileri geri almak istiyorlar.
Osmanlı açısından zor bir durum bu. Ordusu henüz kuruluş safhasındadır. Bir de Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nı oğlu İbrahim Paşa komutasındaki kuvvetlerin Kütahya’ya kadar ilerledikleri günlerin arifesindeyiz.
İşte Osmanlı Tüm bunlara rağmen direniyor, kendisine sığınanları geri vermiyor. Sığınmacılar bu fedakarlığı görüyorlar. Bundan olsa gerek derin bir bağlılık hissi içinde kendilerini bu topraklara adıyorlar, ki bunlar, koyu Macar ve Polonya milliyetçileridirler, bunun için Avusturya’ya başkaldırmışlardır. Adeta kendileri için yapılmış bu fedakarlığı karşılıksız bırakmamak babında Türklük için Müslümanlığı kabul ediyorlar. Osmanlının bu yüksek şahsiyeti ve fedakarlığı, düşeni, mazlumu sahiplenmesi, kapısına geleni içeriye buyur etmesi, işte bu yüksek haysiyetidir ki, onu belki de yüzlerce yıl ayakta tutmuştur. Çanakkale’de anlatılan ve Türk’e sığınan yaralı, hasta düşmanlara karşı gösterilen alicenaplık hikayeleri hepimizin malumu. Bilhassa milliyetçilik hissini ön plana çıkaranların bilmesi gereken bir kahramanlık destanıdır.
Hem bir şey daha var: İşte Osmanlı bu sayede, sayısını bilmediğimiz nitelikli insanlar ve kalifiye elemanlarla terakki basamaklarında önemli destekler almıştır. Mesela bunlardan Konstantin Borzecky, Mustafa Celalettin Paşa oluyor. İlkönce miralay, sonra tuğgeneral olup Karadağ savaşında şehit düşüyor. Diğerleri… Baron Stein, Ferhat Paşa; Seweryn Bielinski, Serasker Nihat Paşa; Wladislaw Czaiskowsky, Muzaffer Paşa olarak hizmete girdiler. Bém Yani Murat paşa, Tuna’nın sağ kolundaki kuvvetlerin komutanı, Czaiskowsky (Sadık Paşa) yeni kurulacak Kazak alaylarının komutanı tayin ediliyor. Ferhat Paşa (Baron Stein) ise, İsmail paşa ve Sefer Paşa (Kosiyevski) ile Kazak, Polonez alaylarında Kafkas cephesinde Ruslara karşı görevlendirilmiştir.
Hem şu da gözden kaçmasın: Bu sığınmacılar, bir takım köyler kurmuşlar. Osmanlı İmparatorluğu içinde Polonya ve Macar köyleri tesis edilmiştir ve bu köyler modern ziraatı geliştirmiştir. Örneğin Mithat Paşa gittiği vilayetlerdeki başarısını bu adamlara borçludur. Bu insanlardan teknisyen olanlar, kanalların inşasını idare ediyor, yollar yapıyorlar. Bu sığınmacılar sayesinde Osmanlı birden iyi yetişmiş bir teknokrat sınıfı bulmuştur. Tabii bu adamların Müslümanlığı kendilerine özgü olarak kaldığını da unutmayalım.”
Şimdi o yüksek ecdadın evladı olarak bize düşen, herhalde ecdadımızın bu kahramane tavırlarını, himayesini ve şefkatini izlemek ve onlara layık evlad olduğumuzu göstermek değil mi? İşte ispat-ı vücud için bir fırsat. Hem emin olunuz ki, bunun da altında kader noktasından çok hikmetler vardır. Belki de kader-i İlahi tekrar küllerden yeni ve farklı bir “ittihad-ı islama” zemin hazırlıyordur.