"Cenab-ı Hakk, Âdem'e bütün isimleri öğrettikten sonra eşyayı meleklere gösterdi. 'Eğer iddianızda doğru iseniz, bunların isimlerini Bana söyleyin' buyurdu. Melekler 'Seni her türlü noksandan tenzih ederiz,' dediler. 'Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Alîm ve Hakîm olan Sensin.'" (Bakara Sûresi, 2:31-32.)
İşte, şu âyet, evvelâ "Hazret-i Âdem'in hilâfet meselesinde melâikelere rüçhaniyetine medar, ilmi olduğu" olan bir hadise-i cüz'iyeyi zikreder. Sonra, o hadisede, melâikelerin Hazret-i Âdem'e karşı ilim noktasında hadise-i mağlûbiyetlerini zikreder. Sonra bu iki hadiseyi, iki ism-i küllî ile icmal ediyor. Yani, " Alîm ve Hakîm Sen olduğun için Âdem'i talim ettin, bize galip oldu. Hakîm olduğun için bize istidadımıza göre veriyorsun, onun istidadına göre rüçhaniyet veriyorsun."
İnsan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. İnsanın vazife-i fıtriyesi, taallümle tekemmüldür. Mahiyet ve istidat itibarıyla her şey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu marifetullahtır ve onun üssü'l-esası da iman-ı billâhtır. İnsan, marifeti kesbetmekle terakkiyi başlatır. Alîm isminin tecelligâhı tam da burasıdır. Cenâb-ı Hakkın keremiyle böyle müşfikane terbiyeye adım atılır, Alîm ve Hakîm olan Cenâb-ı Hakk Âdem'i talim eder ve Rezzâk-ı Alîm-i Rahîmin hem öğrencisi hem de her şeyi baştanbaşa kuşatan sonsuz ilmin, kudretin ve hikmetin tezâhürü olunur.
Bugün bir çınar misali ile yola çıkalım inşallah. Malumunuz Barla’da, dershane-i Nuriyeye bitişik çok kalın ve üç sütun halinde semaya yükselen gayet muhteşem bir çınar ağacı var.
“Bir zaman, Barla’da ehadiyete dair bir tefekkürde bulunduğum zaman, odamın yanındaki o muhteşem çınar ağacına baktım, ağacın şu üç başının her başında kaç yüz dal dilleri var. Ve her dilde, bak, kaç yüz mevzun ve muntazam meyve kelimeleri var. Ve her meyvede, dikkat et, kaç yüz kanatlı mevzun tohumcuk harfleri var. Karşımdaki o muhteşem çınarda, birbirine sarılı çok yapraklı bir gül goncası gibi binler perde perde içinde sarılı, birbiri altında saklı âlemleri gördüm. Her bir perde açıldıkça diğer bir âlemi görüyordum.
Bu âlemde, şecere-i kâinatın bütün dal ve budaklarıyla her birinin bir mazisi ve müstakbeli vardı; geçmiş ve gelecek tavırlarından ve vaziyetlerinden müteşekkil bir silsilesi vardı. Her nevi ve her cüz'ünün ilm-i İlâhiyede muhtelif tavırlarla müteaddit vücutları bir silsile-i vücud-u ilmî vardı. Her biri birer mizan içindeki bütün intizamlı mevcudat ve her biri birer intizam içindeki bütün mizanlı ve ölçülü hey'ât vardı. Bütün mevcudatta görünen muntazam miktarlar, hikmet ve maslahata göre biçilmiş şekiller, bir kazânın düsturuyla ve kaderin pergâriyle tanzim edilmiş gibi meyvedar vaziyetler ve heyetler vardı. Her şeyin mesâlih-i hayatiyesine ve vücuduna lâyık mahsus bir şekil veren, rızka muhtaç olanları bilen, tanıyan, vaktini bilen, ihtiyacını idrak eden ve sonra rızkını lâyık bir tarzda veren bir Zat vardı. Koca bir çınarı öldüren, onun bir nevi ruhu olan çekirdeği ile onun vazifesini gördüren, çekirdeği taze bir hayata inkılâp ettiren bir Zat vardı. O Zatın hassas bir mizan-ı ilmî vardı, kanun-u ihata-i ilmî vardı. Pek çok muazzam kanunların görünen uçları arkalarında birer İsm-i Âzam ve o İsm-i Âzamın tecellî-i âzamını gösteren emareleri vardı. Demek, bir Kadîr-i Külli Şey ve bir Alîm-i Külli Şey, şu perdeler arkasında akla görünür.
Sâni-i Kadîr, hangi kanun-u hikmetle bir sineği ihyâ eder; aynı kanunla şu önümüzdeki muhteşem çınar ağacını her baharda ihyâ eder. Ve o kanunla küre-i arzı yine o baharda ihyâ eder. Ve aynı kanunla haşirde mahlûkatı da ihyâ eder. Kâinat da o muhteşem çınar hükmünde olduğu için, her bir şecere, kâinatın hakaikine misal olabilir. İşte, biz de şu odamızın önündeki muhteşem, muazzam çınar ağacını kâinata bir misal-i musağğar hükmünde tutarak konuyu izah etmek istedik ve anladık ki kâinatta ihyâ ve idareyi, terbiye ve iaşeyi bütün şuûnâtıyla ihata eden bir ilm-i muhit, bütün levazımatıyla idare eden bir kudret-i mutlaka var. İhyâ ve idareye, terbiye ve iaşeye vesile olan ilmin, ilimlerin bir sahibi var. Ezelden ebede her şeyi her şen’i ile beraber ihata eden, ezelî ilmiyle, büyük-küçük, mümkün-muhal, gizli-aşikâr her şeyi hakkıyla bilen bir Alîm, bir Hakîm var.
Büyük – küçük, zerrelerden kürelere kadar her şey O’nun daire-i ilmindedir. Daire-i ilm-i İlâhînin harici yoktur. Her şey, mânâ-yı ismiyle ve kendine bakan vecihte bir hiçtir. Kendi zâtında müstakil ve bizatihî sabit bir vücudu yoktur. Ancak her kalp içinde bir telefon var, her fertte Cenâb-ı Hakkın vücudunu ve vahdetini bildirecek pencereler var. Bizler, Cenâb-ı Hakka bakan vecihte hiç değiliz. Mazhar olduğumuz bâki bir ismin sabit bir nevi gölgesiyiz. Bu kâinatta âsârıyla vücutları muhakkak ve bedihî olan kudret-i mutlaka ve irade-i şâmile ve ilm-i muhit gibi sıfatlar, bütün kâinatı bir gölgesiyle ışıklandıran ve bir cilvesiyle bütün dâr-ı âhireti zerrâtıyla beraber hayatlandıran hayat-ı sermediyesine şehadet ederler. Dikkatli bakarsak, gayet hakîmâne bir faaliyet içinde bir kudretin tezahüratını ve her şeyin her şe'nini ihata eden gayet muhît bir ilmin cilvelerini görürüz. Yani, bütün mahlûkatta müşahede edilen ölçülü düzgünlük, mizanlı intizam, ihatalı, küllî ve şümullü bir ilme şehadet eder. Şu kâinatta tasarruf eden Zâtın muhît bir ilmi var, Kadîr-i Mutlak, o hadsiz kudretiyle ve nâfiz iradesiyle, gayet kolay ve suhuletle, kudretin bir cilvesi olan kuvvetini o mahiyet-i ilmiyeye sürer, o şeye vücud-u haricî verir, göze gösterir, nukuş-u hikmetini okutturur. Her şeyi bütün şuûnâtıyla bilir ve sonra yapar. "Şüphesiz ki Allah her şeyi hakkıyla bilir ve her şeyi hikmetle yaratır." (Tevbe Sûresi, 9:28)