Çınarlar az kavaklar çok... Çınarlar asırlara tanıklık eder kavaklar beş-on senede eskir... Çınarlar şefkat misali kollarını tevazu ile açarak yükselir, kavaklar incecik dallarıyla “ben”in havalandırmasıyla hızla havalanır.
Çınarlar sakin ciddi, vakur, kavaklar gürültülü. Çınarların görüneni kadar toprağın altında bir o kadar da görünmeyeni var, kavakların görünenin çok azı toprağın altında... Çınarların tohum meyveleri var kavakların yok.
Çınarların gölgesinden her yönden gelenler istifade eder, kavakların sadece kendine benzeyen tek yönden gelenlere az gölge verir. Çınarların altında hep ak sular akar, kavakların yanından cılız bir su geçer...
Her beldenin görünmez ve pek bilinmez gizemli çınarları var. Uzaktakiler fark etse de altında duranlar pek kıymetini bilmezler veya yeterince istifade edemezler. Sonradan anlaşılmak onların kaderi mi desek bilmiyorum?
İpek yolunda eski bir Osmanlı köyü Bursa Aksu köyünde mukim Utangaç ağabey böylesi yaşayan çınarlardan biri. Yaşı 65’in üzerinde olmasına rağmen kendi ifadesiyle 17’sinde bir ruh cevvaliyeti var. Ak gönlü cömertlikte sular gibi akıyor, tevazuu çınar gölgesi gibi gönülleri serinletiyor. “Kardeşim” deyişi zamanın tünellerini delerek yürekleri ısıtıyor. İlk gördüğünüzde sanki yıllardan beri tanışıyormuş rahatlığı hissettiriyor. Konuşurken Nur kelimeleri yağmurlar gibi gönül toprağına yağıyor.
Evet, adı Erdoğan soyadı Utangaç fakat biri adını değiştirecektir.
Bahar gibi bol Rahmet yağdığı haziranın bir gününde dost ağabeylerle Aksu köyü yolunda yol almaya başladık. Bir müddet sonra şehrin binaları geride kaldı sağımız solumuz önümüz yeşilliliklerle bezendi. Gökyüzü
bulutlarla kaplı yeryüzü yağmurlarla ıslanıyor. Kısa süren yolculuğumuzda köyün girişinde ağabeyi sorduğumuzda hemen asker edasıyla çıktığını gördük.
Bizi köyün çıkışında bir yere götürür götürmez “Meyve Gülleri”nden ikram etti. Cevad-ı Mutlak’ın Rahmet hazinesinden gönderdiklerinden tattık, tatlı sohbetle midemiz kadar duygularımız da tad aldı. Dışımız yağan yağmurla içimiz Uludağ’ın kar sularıyla serinledi. Elhamdülillah’lar dualarla mide kapısını kapadık şükür kapısını akşam namazını camide kılarak açtık. Vakit olduğundan namaz öncesi bir kısım cemaatin de iştirakiyle camide kısa bir ders yapıldı.
Namaz sonrası Erdoğan ağabeyin evinde bir misafir daha vardı dersi de o yaptı. Kendisini görmedik fakat sesini duyduk. Genç selis, ince, nazik, fedakârlık ve samimiyet kokan ciddi vakur bir ses... Konuşulan yer
Kirazlı Mescit dinlenilen yer kirazları bol Aksu köyü. Dinleyenlerin yürekleri açık, kelimeler yağmurlar gibi
yüreklere yağıyor. O gün mecliste başka kimler vardı bilinmez fakat bilinen şeytan uzak nefis suskundu, etrafı muhabbet ve uhuvvet sarmıştı, Rahmet ise her yerde idi.
Mesafe ne ki.... Arada sadece teyp denen metal parçası vardı. Kur’an’ın hizmetkârlarına zaman ne yapsın
mekan ne yapsın. Toprağın altı-üstü, dünya-berzah bunlar uzak mı ki?.. Yoksa dönme dolap mı zaman?
Evet dersi okuyan kainata değişilmeyen fedai adam: Zübeyir Gündüzalp. Okunan bahis yirmi birinci sözün
İkinci makamı vesvese bahsi. Ne uzun ne kısa tam kıvamında bir zamanlama ile bitiş. Büyük adamların her şeyi
ölçülü belki de ölçülü oldukları için büyükler.
Tanışma faslından sonra hatıralara geçiyoruz. 39 yılında doğan Erdoğan ağabey 52’de Risale-i Nurları duymuş.
Bediüzzaman’ın veraset-i nübüvvet makamında olduğunu ehli tarik bir büyükten işitmiş. 17’sinde gönlü yanmaya başlamış, müthiş bir görme arzusu var.
O sıralarda Ahmet Urfalı isminde Emirdağlı bir ağabey sık sık Aksu köyüne toptan meyve almağa geliyormuş.
Durumu ona açıyor. Bilgilendirmesiyle Eskişehir’de, oradan sabah namazında Emirdağ’da oluyor. Tam hocaya
soracak iken “Sen Bediüzzaman’ı görmek için mi geldin? sorusuyla karşılaşıyor. Hoca da Mustafa Acet
ağabey.
“Sabah 8’de Ahmet Urfalı ağabeyin dükkânına –evi de olabilir- gelir çocuklarına severek biraz vakit geçirir
sen de o sırada görürsün” der. Artık heyecanlı bir bekleyiş başlar hem de ne heyecan... Can yüreği
küt küt atmakta. Saat 8 sıralarında araba görünür.
Şoför Ceylan ağabey yanında Bayram Yüksel, Bediüzzaman’ın yanında Zübeyir ağabey. Orduların bile yanında güçsüz kaldığı müthiş bir maneviyat ordusu. Bediüzzaman Zübeyir ağabeyin kapıyı açmasıyla arabadan iner. Çocukları severken Utangaç ağabey selam vererek yaklaşır, elini öper
Tarif edilmeyecek müthiş bir cereyan, kelimelerin ifade edemeyeceği ruhani bir fırtına, bambaşka bir âlem...
Eller cemal timsali pamuk gibi fakat yüzdeki celali tahammül etmek çok zor. Sanki bir volkan gibi... Volkana
bakmak mümkün mü? Erdoğan ağabey de bakamıyor zaten.
Pamuk ve ateş... Pamuğun üzerinde ateşi taşıyanlar, taşıyabilenler bu yolun kolaylığını ve zorluğunu yaşayanlar, yaşama istidadında olanlara yol gösteren ince ve inci iki nokta: cemal ve celal dengesi... Dengeyi kuran kemal ile rahat yürür, burada da sırat köprüsünde de...
Bursa’daki Nur Kahramanlarına ve evliyalarına selam söyler, Erdoğan ağabeyi Zübeyir, Ceylan ve Bayram ağabeyleri göstererek “bunları nasıl talebeliğe kabul ettimse seni öyle kabul ettim” duasıyla sırtını sıvazlar. İsmini Rıdvan olarak değiştirir. Günahlara utangaç olanlar Rıdvan’dır hem dünyada hem ahirette. Rıdvan ağabey zaten dünyada hep bahçelerle meyvelerle uğraşmaktadır böylece ismiyle müsemma olur.
Şefkatli pamuk elli Üstadın Kur’an’ın dellalı makamıyla sırtı sıvazlananlardan olmak, talebelik makamına ermek için ateşler üzerinde ne kadar yürümek gerekir derseniz? Meyve bahçelerinde olgunlaşmak için güneşte yanan meyveler kadar... Rıdvan çınarı olmak için geçen süre kadar... Zorluğun içinde kolaylığı görene kadar...
Yakmadan yanmaya devam. Çınarlar güneşte yanar fakat kendilerine gelenleri koyu gölgesinde serinletir.