Bir Dâvam yoktu, belki hiçbir zaman da olmayacaktı. Mânevî vatanları yıkılmış, vatansız bir milletin zihni iğdiş edilmiş fertlerinden biri olarak yaşayacak, öyle de ölüp gidecektim.
Lâkin bir gün avazı, afakı çınlatan bir adamla karşılaştım.
Telâş ve ızdırab içinde haykırıyordu:
“Bana, "Sen şuna buna niçin sataştın?" diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hadise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!”
Kim olduğunu sordum, Bediüzzaman, dediler; Bediüzzaman Said Nursi. O gün bugündür derdini derd, davasını dava edindim.
Îmânı ve ebedî hayatları yanmakta olan bu milletin çocuklarını kurtarmak için birlikte yürümeye çalıştım. Yavaşladığım, durakladığım, oyalandığım vakitler oldu ama hiç terk etmedim. İslâmiyet davasının günümüzdeki bu büyük temsilcisine hiç sırtımı dönmedim.
Ne var ki, doksan cilt kitabı ezberleyip zihnî tekrarlarla koruyan asrın bu büyük dâhisini hiç bir zaman bihakkın anlayamadık, anlayamazdık da zaten.
Zîrâ O, bin dört yüz yıllık bir medeniyetin çocuğu idi, biz ise; manevî vatanları işgal edilmiş, irfân ve tarihleri yok edilmiş; cedleri ve ataları ile aralarındaki bütün köprüler uçurulmuş zavallı bir milletin çocuklarıydık. Onun için Onu bihakkın anlamamız mümkün değildi, mümkün olamadı, mümkün olamaz.
Buna rağmen kırk beş yıldır Nurları heceleyip duruyorum, İbn-ül Hacer’in sabrı içinde harf-harf, hece-hece çözmeye çalışıyorum. Çokların bir çırpıda çözdüğü o büyük meseleler benim için çoğu zaman baş döndürücü uçurumlar, yakaladığını çekip alan büyük girdaplar gibi; düşüyorum, boğuluyorum.
Yine önümde bir mektûb var, doğru anlaşılması gereken; doğru anlaşılmadığında tehlikeleri büyük olabilecek bir mektûb; hemen her Nur talebesinin sıklıkla işittiği bir ifade ile öne çıkan bir mektûb:
“Risâle-i Nur, başka eserlere ihtiyaç bırakmıyor!”
Her türlü su-i istimal ve tenkide açık bu ifâdenin mektubun bütününü ifade etmesi mümkün değil ama bir âlem gibi yalnız başına zihinlerde dalgalanıyor. Risâle-i Nurlar’dan başka Nur Talebelerinin zihnini her ilme, her düşünceye kapatan; bütün kitablara kapılarını kapatan bu ifadenin Bediüzzaman’la bir alâkası olabilir mi? Ya hakikatle? Olamaz şübhesiz, yoktur da…
Meselenin ne olduğuna bakalım mı? Mektûb şöyle başlıyor:
“Risale-i Nur talebelerinin hasları olan sahip ve vârisleri ve haslarının hasları olan erkân ve esasları olan kardeşlerime bugünlerde vuku bulan bir hâdise münasebetiyle beyan ediyorum ki, Risaletü'n-Nur hakaik-i İslâmiyeye dair ihtiyaçlara kâfi geliyor, başka eserlere ihtiyaç bırakmıyor.”
Demek, kestirmeden ifadesine çalıştığımız gibi; “Risâle-i Nur, başka eserlere ihtiyaç bırakmıyor!” değil. Doğrusu, “Risaletü'n-Nur, hakaik-i İslâmiyeye dair ihtiyaçlara kâfi geliyor, başka eserlere ihtiyaç bırakmıyor.”
Hükmün kaydı ne? Hakaik-i İslâmiye, yânî İslâmiyet hakikatleri. Hüküm kimleri bağlıyor? “Risale-i Nur talebelerinin hasları olan sahip ve vârisleri ve haslarının hasları olan erkân ve esasları olan kardeşleri.”
Hakaik-i İslâmiye, ucu bucağı olmayan bir umman. Acaba Bediüzzaman’nın kasdı bu büyük ummanın bütünü mü, yoksa bir cüz’ü mü? Kendisinden dinleyelim:
“Kat'î ve çok tecrübelerle anlaşılmış ki, imanı kurtarmak ve kuvvetlendirmek ve tahkiki yapmanın en kısa ve en kolay yolu Risaletü'n-Nur'dadır. Evet, on beş sene yerine on beş haftada Risaletü'n-Nur o yolu kestirir, iman-ı hakikîye îsâl eder.”
Üstad’ın muradı, Nur Talebelerine bütün kitabları yasaklamak mı, yoksa tahkiki imanı elde etmek için başka eserleri okumanın ihtiyaç olmadığını ifade etmek mi? Birincisi ne kadar yanlışsa, ikincisi bir o kadar doğru. Bu kadar bedihî bir hakikati birinci cihete yormak nasıl mümkün olabilir, anlayabilen lütfen izah etsin…
Mektubûn gerisi Üstad’ın kasdını izah ve delillendirmekten ibaret. Bütün halde görelim önce:
“Bu fakir kardeşiniz yirmi seneden evvel kesret-i mütalâayla bazen bir günde bir cilt kitabı anlayarak mütalâa ederken, yirmi seneye yakındır ki Kur'ân ve Kur'ân'dan gelen Resailü'n-Nur bana kâfi geliyorlardı. Bir tek kitaba muhtaç olmadım, başka kitapları yanımda bulundurmadım. Risaletü'n-Nurçok mütenevvi hakâike dair olduğu halde, telifi zamanında, yirmi seneden beri ben muhtaç olmadım. Elbette siz, yirmi derece daha ziyade muhtaç olmamak lâzım gelir.
“Hem madem ben sizlere kanaat ettim ve ediyorum, başkalara bakmıyorum, meşgul olmuyorum; siz dahi Risaletü'n-Nur'a kanaat etmeniz lâzımdır, belki bu zamanda elzemdir.
“Hem şimdilik bazı ulemanın yeni eserlerinde meslek ve meşrep ayrı ve bid'atlara müsait gittiği için, Risaletü'n-Nur zındıkaya karşı hakaik-i imaniyeyi muhafazaya çalışması gibi, bid'ata karşı da huruf ve hatt-ı Kur'ânı muhafaza etmek bir vazifesi iken, has talebelerden birisi bilfiil hurûf ve hatt-ı Kur'âniye'yi ders verdiği halde, sırrı bilinmez bir hevesle, hurûf ve hatt-ı Kur'âniyeye, ilm-i din perdesinde tesirli bir surette darbe vuran bazı hocaların darbede istimal ettikleri eserleri almışlar. Haberim olmadan, dağda, şiddetli bir tarzda o has talebelere karşı bir gerginlik hissettim, sonra ikaz ettim. Elhamdülillâh ayıldılar. İnşaallah tamamen kurtuldular.
“Ey kardeşlerim,
“Mesleğimiz, tecavüz değil tedâfüdür. Hem tahrip değil, tamirdir. Hem hâkim değiliz, mahkûmuz. Bize tecavüz eden hadsizdirler. Mesleklerinde, elbette çok mühim ve bizim de malımız hakikatler var. O hakikatlerin intişarına bize ihtiyaçları yoktur. Binler o şeyleri okur, neşreder adamları var. Biz onların yardımlarına koşmamızla, omuzumuzdaki çok ehemmiyetli vazife zedelenir ve muhafazası lâzım olan ve birer taifeye mahsus bir kısım esaslar ve âli hakikatler kaybolmasına vesile olur.
“Meselâ, hâdisât-ı zamaniye bahanesiyle Vehhâbîlik ve Melâmîliğin bir nev'ine zemin ihzar etmek tarzında, bazı ruhsat-ı şer'iyeyi perde yapıp eserler yazılmış. Risaletü'n-Nur, gerçi umuma teşmil suretiyle değil, fakat herhalde hakikat-i İslâmiyenin içinde cereyan edip gelen esas-ı velâyet ve esas-ı takvâ ve esas-ı azimet ve esâsât-ı Sünnet-i Seniye gibi ince, fakat ehemmiyetli esasları muhafaza etmek bir vazife-i asliyesidir. Sevk-i zaruretle, hâdisâtın fetvalarıyla onlar terk edilmez.” (Kastamonu Lahikası)
Mektubun bu son kısmından anlaşıyor ki, Üstad’ın muradı Nur Talebelerine bütün ilim ve kitapları yasaklamak değil, sair hareketlere talebelerini kaptırmamak, o hareketlerle meşguliyet sebebiyle başlattığı büyük hizmetin zarar görmesinin önüne geçmektir. O günün zor şartları ile kısmen sınırlı olduğunu da görmek mümkün ama bu noktayı geçelim.
Şurası muhakkak ki, bu mektûb, Nur talebelerine herhangi bir ilimle meşgul olmalarını yasaklamadığı gibi, başka eserleri okumalarını da yasaklamıyor; akla ziyan olurdu bu.
Hizmetin emekleme yıllarında, zaten sayısı az olan talebelerini daha pırıltılı görünen bir takım cereyanlara kaptırmamak için sarf ve izah edilmiş bir hükmü “mutlak” vehmetmek mümkün olsa bile, izahı mümkün olmaz.
Bu makaleyi kendi kendime dersimin bir tekrarı gibi görünüz.
Doğru bulduğunuz sizde kalsın, beğenmediğiniz benimdir.