İnsan nefsinin nazarı, cüz ve cüz'î şeylere odaklıdır. Nefis, küll ve külliyata bakmaz, bakmak da istemez. Bu şekilde bakması ise, gördüğü ve odaklandığı şeyleri izah etmede onun tesadüf algısına veya sebeplere dayandırmaya mecbur eder. Oysa kâinattaki en küçük bir cüz' ve cüz'î bir nesne dahi en büyük sebeplerle izah edilemeyecek derece harikuladedir. Güneşin, güneş olarak bir elmayı yapması mümkün olmaması en büyük sebebin bir cüz' olan elma karşısında aczini gösterdiği gibi, en büyük bir sebep olan havanın, bir elmayı kendi başına yapmaktaki çaresizliği de sebeplerin cüz' ve cüz'iyatta etkileri olmadığına delildir.
Bu noktada insan nefsinin materyalist nazarına tabi olmak veya akıl, kalb ve ruhun külli nazarına tâbi olma imtihanını bütün insanlar yaşıyorlar. Akıl, enfüs-âfâk, mazi-hal-istikbal şeklinde mekan ve zamanı kategorize ederek sebepler ötesine geçebilecek külli bir nazar sahibidir. Kalb, mekan ve zamanı küll olarak algılayacak bir beka algısına sahiptir. Ruh, her bir şeyin tevhid ile kontrol altında olduğunu, ilm-i İlâhînin huzur ve şuhûduyla her şeyin icad ve devamını görüp hissedebilecek bir külliyet hissine sahiptir. Bu manada insanın cismini besleyen cüz'î rızkı, tesadüf ve tabiat eseri olmadığı gibi, insanın kalıbını nurlandıran güneş ışığı da rastgele bir eser değildir. Aynı şekilde insanın kalıbını ve aklını besleyen ve aydınlatan manevi nur da enfüsi sebep olan insanın iradesinin eseri değildir.
Kâinatı bir kudret Kur'an’ı olarak yaratan, insanların bütün ilimlerini bu Kur'an’a tabi kılan, bu şekilde aklı bir fabrika gibi kılıp kâinatta gördüğü, duyduğu şeyleri süzüp ilim sütünü, ibret balını üretmekle mükellef kılan bir yaratılış sisteminde insan bulunuyor.
Akıl, elbette bilecek ve doğruya hükmedecek. Bu onun fıtrî ubudiyeti...
Kalb elbette gördüğü ve duyduğu güzellikleri sevecek, bu da fıtratının gereği ve kulluğudur.
Nefis ise, elbette yediği, içtiği, kokladığı ve dokunduğu nimetler ve rızıklara şükredecek, bu da onun kulluğudur. Fakat insandan beklenen, kulluk ile beraber hilâfettir. Yani bilmek ile beraber bildirmek, sevmek ile beraber sevdirmek, şükretmek ile beraber şükrettirmek... Yani Allah'ın kemal, cemal ve rahmetine ayna olmak... Bu hakikatleri yansıtan bir harita haline gelmektir. (Badıllı Mesnevi-i Nuriye, Şemme Risalesinin Üçüncü Parçası)
Kâinatta, kudret eli ve kader kalemiyle İlahî irade her şeyi itkan-ı sanat ve mükemmeliyet-i hilkat ile yaratıyor. Yaratmada, istidad ve kabiliyetler ve liyakat kendilerini gösteriyorlar. Yaratırken ortak özelliklerle donatması kader kaleminin birliğini gösterdiği gibi, nesne ve canlılardaki ayırıcı özellikler de kader kalemini kullanan iradenin hür ve serbest olduğunu gösterir. İnsan yüzündeki iki göz, iki kulak, bir ağız, iki dudak, tek bir dil gibi ortak organlar ve bunların ortak yerleri vahdet-i Sania delil ve şâhid olduğu gibi, insan yüzündeki onu diğer insanlardan ayıran şahsî özellikler de İlâhî iradenin hür olduğunun delilidir.
Bu noktada itkan-ı sanat ve mükemmeliyet-i hilkat hakikatleri, ittihad-ı kalem sırrına müsteniddir. İttihad-ı kalem kudret-ilim-iradenin vahdetine delildir. O da Vacibü'l-Vücud Sani'in vahdetine delil ve iki penceredir.
Kâinattaki nesneler arasındaki tecavüb (cevaplaşma) ve tesanüd (dayanışma) da iki farklı pencere teşkil ederek, vahdete, vâhidiyete ve ehadiyete delil olmaktadırlar. Bu iki hakikatle Cenab-ı Hakk kâinatı yekpare hale getirip vahdetine delil eder. Kâinattaki kanunlarla sünnetullahını ve vâhidiyetini gösterir. Bu kanunlarla icad edilen ve örgülenen farklı özellikteki nesne ve canlılarla da ehadiyetini bildirir. Bu boyutuyla kâinat vücud ve vahdetiyle, vücub-u vücuda delil olduğu gibi vahdâniyete de ayna olur. (Mesnevi-i Nuriye, Katre Risalesi, 55 Lisan)
Yaratılış âlemindeki düzenin varlığı ve bilimlerin keşfettiği düzenlilik hakikati bize kâinatta kanunların ve namusların varlığına dair delillerdir. Aklı bozulmamış, dengeli çalışan herkes zerrelerden kürrelere kadar, geçmişin derinliklerinden geleceğin uzun süreçlerine kadar her yerde bir düzenin varlığını görebiliyor, görüyor ve gösteriyor. Bu ise kanunlara, kanunlar ise Kanun Koyucu'ya dair delil teşkil ediyor.
Maksim Gorki gibi ateist kökenli ve yıllarca ateizme hizmet etmiş kişiler dahi "Evrendeki kusursuz düzen beni Tanrı'nın varlığını kabul etmeye mahkûm ve mecbur etti" demek zorunda kalmışlardır.
Bu açıdan bakılınca aklın Allah ile bir problemi yoktur. Bilakis akıl, kendindeki aşk-ı hakikat ve sonsuz merak duygusu gereği Allah ile dosttur.
Kalbin de Allah ile herhangi bir problemi yoktur. Bilakis kalpteki beka aşkı ve mutlak mükemmel tutkusu kalbin doğrudan Allah'a açılan iki kapanmaz penceredir.
İnsanın Allah ile problemli yönü, nefs-i emmâresidir. İnsanın hayatındaki zikzaklar, namussuz ve kanunsuz tavırlar ne aklının, ne de kalbinin ürünleridir. Serseri nefsinin azgınlık ve taşkınlığına dayanır. (Mesnevi-i Nuriye, Katre Risalesi, 55 Lisan)