Zariyat suresi, başından sonuna kadar insanlığın geçim derdiyle imtihanını anlatır. Kıssalarıyla insanlığın bu imtihan konusunda sınıfta kaldığını, sanki hayatı yaratan ve devam ettirenlerin kendileri olduğu, canlılığın devamını sağlayan rızkı kendilerinin yarattığı algısına kapıldıklarını ifade etmek için ”Ben sizden rızık istemiyorum, Beni doyurmanızı da istemiyorum” cümlesiyle eleştirerek ifade ediyor. ”Sizi ve cinleri sadece ubudiyet için yarattım” diyor. Ubudiyet ise, iman ile olur. İmansız insan, Allah’ı yaratıcısı ve yaşatıcı kabul etmediği için Onun kulluğu söz konusu olamaz. Ayetteki ubudiyetin lâzımı iman-ı hakikidir. Hakiki iman ise, marifetullah ve muhabbetullaha bağlıdır. Marifetullah ise aklın tevhid ve tasdiki; muhabbetullah ise kalbin vahdeti ve iz’anıdır. İnsanın mahiyeti akıl, kalb ve nefs-i emareden müteşekkil olduğundan şahsî hayatına odaklanan ve farkında olmadan dünyevileşen bir kişi için rızık endişesi hayatta merkez konum alır. Rızık tahsilini merkez yapıp aklını, rızık tahsiline kilitlemek ve kalbini de, geçim derdi endişesi ve hırsı ile sarhoş etmek Zariyat suresinin vurguladığı üzere, insanlığın imtihanıdır. Dünya imtihanının çetrefilli yapısını, insan hayatının faniliğine rağmen şuurunun daimiliğini, kalbinin ezeliyete âşık ve ruhunun ebediyete açık yapısını, aklının zamansız fıtratını gören hakikat ehli kişiler ilgili âyetin derinliklerine nüfuz ederek Abdullah ibn-i Abbas (RA) gibi âyetteki ”Li’yabudun”u (kulluk etsinler diye) ”Li’yarifûn” (marifetimi elde etsinler, ârif olsunlar diye) şeklinde tefsir etmiş, anlamışlar ve bu şekilde yaşamışlar. (Lem’alar, 28. Lem’a, 22. Nükte, 2. Kısım)
Ekonomik hayat, üretime dayanır. Üretim ise, tarım ve hayvancılık şeklindedir. Hayvancılık tarım ürünleriyle beslenir veya mera gibi orta mallarda huda-yı nâbit olarak biten otlara dayanır. Tarım ve hayvancılık ise, yağmura bağlıdır. Yağmurun ise bir rahmet olarak nereye, ne zaman ve ne kadar yağacağı meçhuldür. Yağmur, doğrudan doğruya İlâhî iradeye bağlıdır. Tahminler bu konuda âcizdir. Yağmuru yapmak ve yağdırmak konusunda da beşeriyet âcizdir. Bu manada ekonomik krizler temelde İlâhî iradenin rahmet vermemesine dayanır. Rahmet ise, Rahman suresinin vurguladığı üzere, şükür ve nimetlerin ikrarını ve tasdikini ister. "İman etseniz ve şükretseniz Rabbim size neden azap etsin?” (Nisa suresi) âyeti gösterir ki kıtlık azabı şükürsüzlük ve küfran-ı nimet gibi günahlardan gelen müstehak bir cezadır. Fecr suresi kıtlıkla nimetlerin azalması, nimetlerin azalmasıyla ekonomik krizlerin çıkması, fiyatların yükselmesiyle kazançların değerini yitirmesi, insanın dünyevi emeklerinin zayi olmasının sebebi olarak şükrün bir çeşidi olan paylaşım konusuna riayet edilmemesini gösterir. Zekat, sadaka, infak, hibe hatta borç verilmemesi rızkın ve kazancın daraltılmasının İlâhî planda sebepleridir. Fiyatları Rafi ismiyle yükselten Allah olduğu gibi Hâfid ismiyle de düşüren Odur. Rezzak O olduğu gibi, Münzil-i Rahmet Odur, Mukaddir-i Zü’l-Celal Odur. Üstad Bediüzzaman bu lahika mektubunda kıtlık, enflasyon gibi hadiseler esnasında toplum tabakalarınca iman ve tevhid boyutuyla bu olayların nasıl okunması gerektiğini işler ve çareler üretir. (Kastamonu Lahikası, 95. Mektub)
Maalesef hal-i hazırda görüldüğü üzere bazen siyasi gerekçelerle devlet kanalıyla, bazen üreticilerin ihtikar (stokçuluk) yapmasıyla piyasa fiyatları üzerinde etkili olacak şekilde müdahaleler meydana gelmektedir. İktisad ilminin bir kanun olarak tespit ettiği üzere fıtrat düzeninin neticesi olan yüzde 1-3 arasında bir fiyat yükselişi yani olağan bir enflasyon insanlık tarihi boyunca hep görülmüştür. Arz ve talep kanunları ve hakikatleri çerçevesinde bu normal yükseliş meydana gelmektedir. Fakat piyasanın fıtratını bozacak şekilde arz ve talep dengelerine müdahale etmek, stokçuluk yapmak, insanları gelecek konusunda endişelendirerek talebi ve en nihayet fiyatları yükseltmek toplum çapınca bir hıyanettir. Hadislerde sıkça vurgulandığı üzere bu tarz spekülatif durumlar bir zulümdür; çok kazanç elde ettiğini düşünen bu spekülatörler açısından ise bu durum, ancak helal ve meşru kazancını harama çevirmektir. Tüketici açısından ise mağduriyetlere yol açan bir keyfiyet ve kul hakkıdır. Yükselen fiyatların sonraki zaman dilimlerinde bu ülke piyasasında düşmediği de nazara alınırsa sadece günümüz neslinin değil gelecek zaman evlatlarının da haklarına girildiği için muazzam bir kul hakkına sebeptir. Geçici dünya menfaatlerinin hırsı için sayısız haramlara girmekle ebedî hayatın mahşer meydanındaki ”müflis”ler defterine adını yazdırmaktan başka bir şeye yaramayacaktır. Aynı durum ”güçlü devlet” idealini gerçekleştirmek için kamu çalışanlarının hakkı olan maaş zamlarını hak ettikleri gibi yapmayan, piyasaların denetimi konusunda gerekli duyarlığı göstermediği için sun’î enflasyonu vatandaş açısından hakiki ve daimi enflasyon haline getiren, bir yandan ise piyasada gerçekleşen enflasyon rakamlarını kendi siyasi bünyesinde kabullenmeyip sun’î enflasyonu reddettiğini göstermeye çalışan, bu darboğazda kamu çalışanlarının alım gücünü azaltıp memurunu fakir düşüren ve netice olarak piyasada krizlerin doğmasına yol açan siyasi kesimin yaptığı bu çelişkiler yumağı manzara aynı şekilde yükselen fiyatları geri indirecek bir iktidarı sergileyemediğinden dolayı ve bu sun’î durum sonraki yıllarda da etkisiyle devam edeceğinden sadece şu anki kamu çalışanlarına ve ailelerine değil, gelecek yıllardaki kamu çalışanlarına ve ailelerine de bir zulümdür.
İslam piyasası ve İslâmî bir devletin ekonomisinde —Hz. Peygamber’in (SAV) Medine piyasası modelinde gördüğümüz üzere— stok yapıcı üreticiler İslam piyasasında yaşatılmaz, caydırıcı cezalarla cezalandırılırlardı. Bu noktada içinde yaşadığımız İslâm kanunlarıyla idare edilmeyen ve gittikçe bozulan ahlakla fıtrattan ve İslâmî ekonomi mantığından uzaklaşan günümüz piyasa şartlarında tüketiciler bu tarz su-i istimallere karşı ancak organize hareket ederek, Üstad Bediüzzaman’ın Avusturya mallarını hiç kullanmamakla boykot etmesi gibi bu tarz üreticilerin mallarını almamakla boykot etmesiyle ancak mücadele edebilirler. Siyaset cephesinde ise ”güçlü devlet-fakir halk” şeklinde şu an işleyen, özel sektörü öldürüp halkı her şeyi devlet kapısından bekler hale getiren ve nihayetinde sosyalist bir idare görüntüsünü doğuran bu bozuk algının âcilen değişmesi gerekir. Hz. Ömer’in hakikatli ifadesi burada kendi ehemmiyetini gösteriyor: ”El-adlü esâsü’l-mülk” (Adalet, hukuku muhafaza ve muvazeneleri korumak, mülkiyetin ve yöneticiliğin esasıdır.) Esas ise, işin merkezi, üssüdür. Çadırdaki direk gibi… Adalet direği, devlet ve piyasa çadırından çekildiği an, çöküş kaçınılmazdır. Yükseliş ve diriliş ise, her hak sahibine hakkını hakkı kadar vermek, muvazeneleri kurmak ve hukuku muhafaza etmekledir.