Farabi, imkan ve vücub hakikatlerini keşfediyor. Cenab-ı Hakk'ı Vâcibü'l-Vücud olarak nitelendiriyor. Her nesneyi İlâhî ilimdeki bir imkan olarak görüyor. Bu imkanların vücuda gelmesini ise "hudûs" olarak isimlendiriyor. Her vücuda gelenin fânilikle veya helak ile vücuddan gitmesini okuyarak buradan imkânâtın zâtında fânilik ve hâdisliği; Vâcibü'l-Vücud'un kıdem ve bekasının zâtiliğini buluyor.
İsmail Gelenbevi ise, imkan ancak vücûba kavuşarak vücuda gelir tespitini yapıyor. Yani bu vücuba, imkânâtı kavuşturan, İrade-i İlâhiyedir. Ki “illet-i tâmme”dir. Üstad Bediüzzaman vücuda getirenin ise "emir" sıfatı olduğu şeklinde bir ayrım yapar. İrâde, vâcib kılar; emir ise icad eder. Kızıl Îcaz’da, Üstad Bediüzzaman bu ayrımı işler. Bu noktada İsmail Gelenbevi ve Bediüzzaman irade taallukuyla "vücub-u sâbık" tahakkuk eder, vücuda gelebilirlik kesinleşir, derler. Emr-i Kün Feyekün ile de "vücub-u lâhık" gerçekleşir, o şey vücud âleminde zuhur eder, derler.
Mesela, dünya Cenneti denilmeye seza olan İstanbul'un fethedileceği murâd-ı İlâhî olduğu için vücub-u sâbıka mazhardı. Fakat kimin tarafından fethedileceği söylenmedi ki teşvik olsun, herkesteki cihad potansiyelleri açılsın, imtihan sırrı tahakkuk etsin. Fetih ve vücub-u lâhık Fatih Sultan Mehmed'e nasip oldu.
Aynen bunun gibi Cennet ve Cehennem herkes için imkan dâhilindedir. Hadiste vurgulandığı üzere “Herkesin Cennet ve Cehennem’de kendine tahsis edilmiş bir menzili vardır.” Hiç kimse dünyaya geldiği Cennetlik ve Cehennemlik de değildir. Fakat nefsini ve malını Allah'a satarak, hayatını ve her şeyini Allah'a feda etme ahdi olan biatı bir kişi yaparsa ve bu ahdinde sonuna kadar durursa bir mümin Cenneti kendi hakkında vâcib kılar, vücub-u sâbık tahakkuk eder. Bunu sağlayan sır, biattaki rıza-yı İlâhîye mazhariyet cephesidir. Mahşer günü Cennet’e girişle de vücûb-u lâhık tahakkuk eder.
Yasin suresi "İnnema emruhu iza erâde şey'en en yekule lehu kün feyekun" diyerek bu iki vücub şeklini farklarıyla anlatır. Emir sıfatı, kudret-ilim-irade-rahmet gibi boyutları da içerdiği için icad, emirledir.
Üstad Bediüzzaman imkânâtın kendi kendine vücub ve vücud elde etmekte mutlak aczini, vücudda kalmaya ve vücud ile potansiyellerini kemale erdirmeye mutlak fakrını ve ihtiyacını düşünerek Farabi'nin bu felsefi tespitini bir iman ilmi ve islam hikmeti haline getirir. Akla hitap eden bu delilleri aynı zamanda kalbe bir feyiz, ruha bir nur yapacak şekilde "acz-i mutlak" ve "fakr-ı mutlak" hakikatlerini o imkânların derinliklerinde okuyarak bu tespitini yapar.
İnsan kalbi, imkânâtın fakr merkezidir. Yönü, geçmiş zaman ve lezzetleridir. Kalb, hüzünler mahzenidir. İmkânâtın acz yönü ise ruhta yaşanılır. Ruhun gözü hep gelecek zamandadır. Bu cihetten, korkular, endişeler, belirsizlikler ve elemler altında ezilir.
İşte bu noktada insanın kalbini geçmişten çekip alacak şekilde vahiyler Mutlak Rahmaniyet'le bağını kurar. Aynı şekilde gelecek zamanın belirsizliğinde ezilen ruhu bu an ve geçmiş zamana dair tefekkür ettirerek Mutlak Rububiyet'le bağını sağlar.
Rububiyet hakikati gösterir ki "Dünya bi’l-kuvveden bi’l-fiile geçiş yeridir." Sistemi çözüp Rububiyet sistemine tabi olan fiiliyatta ilerler. Bi’l-fiile geçiş, lezzet verir. Lezzet ise, şevk uyandırır. Şevk ise, yeisleri götürür. Bu hal "Geçmişin ne olursa olsun gelecek zamana yönel" mesajıyla sonsuz bir ümit verir. Bu çerçevede Bediüzzaman, Ömer Nasuhi Bilmen'in ifade ettiği üzere, kelam ilminde tecdid yapmıştır. Delili ise, bu imkan ve hudûs bahsidir.
İmkan bahsi, tövbekar insana "Önünde sonsuz hayır, iyilik ve güzellik imkanları var. Dualarınla, istiğfarınla, ibadetlerinle, ilmin ve hizmetin ile bu imkânları bi’l-fiile çevirebilirsin; kendi hakkında mümkin olan ebediyet Cenneti’ni vâcib kılabilirsin" der. Özellikle bu çerçevede ilim ve hikmet, insanın imkânât dünyasını çok zenginleştirir. (Badllı Mesnevi-i Nuriye, Katre Risalesi, 55 Lisan)