Risale-i Nur Ekolü ile İslamcılık arasındaki ilişki irdelenirken öncelikle bir konuya işaret edilmek gerekir. Risale-i Nur müellifi Bediüzzaman’ın, İslamcı akıma mesafeli olması, İslam’ın sosyal ve siyasi hayatı düzenleyen ilkelerine ve bunun pratiğe aktarılmasına ilgisiz kaldığı anlamına gelmiyordu. İslam’ın yönetime ilişkin öngörülerinin “doğru” bilinmesi gerekiyordu. Bazı İslamcıların, halk iradesi kavramını, Allah’ın iradesine rakip gören anlayışının; kimilerinin hürriyeti dinsizlik gören ifratlarının tashihi gerekiyordu.
Hayatının, 1907’den 1960’daki vefatına kadar geçen döneminde iktidarda bulunan bütün lider ve kadrolara, fikir adamlarının katılmadığı tutum ve görüşlerine karşı, İslam’ın öngörülerini ifadeden hiç geri kalmadı.
Padişah II. Abdülhamit’e, kişi odaklı devlet yönetme devrinin geçtiğini, artık devletin “kalb-i millet hükmünde olan” meclisler eliyle meşveret yöntemiyle ve fikir hürriyeti güvencesiyle yönetilmesi gerektiğini söylemekten çekinmedi.
Meşrutiyetin ilanının 3. günü Selanik Hürriyet Meydanında düzenlenen mitingin hatibi olarak, yanında Enver Paşa, Talat Paşa gibi İttihatçılar bulunduğu halde, hem onlara, hem de meydanda toplanan kalabalığa, baskıcı, müstebit yönetimlerden korunmak için, “meşrutiyet-i meşrua” dediği çoğulcu ve özgürlükçü bir yönetim tarzının değerinin bilinmesini tavsiye ediyordu.
Cumhuriyetin kurucu kadrolarına “şu inkılabın temel taşları sağlam atılmak gerek” derken, İslam’ın, başta ibadet olmak üzere manevi yükümlülüklerine ve aynı zamanda sosyal ve siyasi hayatı düzenleyen esaslarına bağlı kalınması zaruretine işaret ediyordu. O’na göre, çağdaş uygarlığın ahlaki tahribi kadar, eğitimsizlik ve fakirlikten kaynaklanan çaresizliğin de ıslahı gerekiyordu. Bir beyanname şeklinde kaleme aldığı görüşlerini, bizzat Mustafa Kemal’e verdiği gibi, “Meb’usana Hitap” adıyla milletvekillerine de gönderdi.
Değişik dönemlerde iktidarlara gerekli ikazları yapan Bediüzzaman’nın durduğu yer, bilge kişilere mahsus tebliğ ve irşad makamıydı.
“Akıl- kalp” ekseninde inançlı bir kimlik inşası, O’nun hizmetinin başta gelen hedefiydi. Bunun yolu da eğitimden geçiyordu. Abdülhamit Han’a hitaben söylediği, “münhasif Yıldız’ı Dar-ül Fünun yap” ikazı, eğitime olan ihtiyacın ifadesiydi. “Hayatım boyunca takip ettiğim gayem”dediği, “din-ilim” merkezli eğitim modelini, padişah Sultan Mehmet Reşat’a, İttihatçılar’a ve Cumhuriyetin ilk Meclisi ile Reisine ve sonraki hükümetlerin hepsine kabul ettirdi. Bu iş için Osmanlı ve Cumhuriyet yönetimlerinden tahsisatlar çıkarttı. Savaş ve isyan gibi beklenmedik sebepler yüzünden gerçekleşemeyen bu idealinden onu hiçbir şey vazgeçiremedi. Tebliğ ve irşat eksenli hizmetini kalıcı kılmak için, “Medret-üz Zehra” olarak kavramlaştırdığı bu gayesini, “kendi okulunu kendi yap” anlayışıyla Anadolu’nun ve dünyanın her tarafında, daha hayatta iken kendisi hayata geçirdi.
Tebliğinin, her akıl ve kalpte etkili olması için çağın dilini ve imkanlarını kullandı. Bunları yaparken kimseden en küçük bir beklendi içinde olmadı. “Ehl-i bid’a” dediği iktidarlar için bile sorun çıkarmadı, yol gösterici, sorun çözücü oldu. Bundan öte bir kimlik ve misyon arayışına hiç girmedi. Çünkü O, “siyasal İslamcı” değil, “İ’caz-ı Kur’anı beyan”la vazifeli bir tebliğci idi.
İslamcılık, toplumu tepeden dizayn etmek için siyaseti öncelikli gündem yapması sebebiyle akçalı işlere gücü yetse de, “insan kalp ve aklına ulaşıp, ikna ve ıslah gibi ince işlerde muktedir değildir. Bunu da yadırgamamak gerekir. Zira O’nun ifadesiyle “kim bir şeyde çok tevaggul etse, (bir şeye kendisini tamamen verse) başkasında gabileşmesine (yabancılaşmaya) sebebiyet verir”. Bunun içindir ki, İslam geleneğinde, alimler, tebliğ ve irşad’ın en saygın makamında durmasını bilmişlerdir. Bediüzzaman, eser ve fikirleriyle bu geleneğin, asımızdaki takipçisidir. Tebliğ ve irşatla sınırlı bu tutumu, iktidar amaçlı İslamcılık akımı ile aynileştirmek mümkün değildir.
Bediüzzaman, dindar alim kimliğini kullanarak makam ve imkan elde etmeyi isteseydi, beklediğinden fazlasını alacak durumdaydı. Padişah’ın “bahşişini”, “ben memleketime maarif istemeye geldim, maaş dilenmeye gelmedim” diyerek reddetti. Sadrazam Said Halim Paşa, diğer İttihatçılar gibi ülkeyi terk ederken meşhur yalısını, eğitim hizmetlerinde kullanması için Bediüzzaman’a ısrarla bırakmak ister. Tapu devir işlemlerini bile başlatır. Bediüzzaman, “beni dünyaya çağırma” diyerek kibarca reddeder. Bedeli, kişiliğini teslim almak amaçlı ve üç yüz altın maaşlı başka cazip bir teklif, M. Kemal’den geldi. Fakat O, “hizmetkarlığı, makamatlara tercih” ettiğinden bunu da kabul etmedi. Anadolu’nun sinesine dönmeyi, iman dersleriyle “ölmüş ruhlar, sanki yeniden diriliyor” diyeceği bir hizmeti seçti.
Neresinden bakılırsa bakılsın, Bediüzzaman’ı, siyasi hayatın aktif bir unsuru veya İslamcı bir konumda görmek mümkün değildir. O’nun mesleği, asrın, iman ve irfana muhtaç insanına ulaşmaktı. İslam’ın tüm varlık alemini kuşatan ontolojik ve bütüncül kimliğinden siyasi boyutu galip bir proje çıkarma çabası sebebiyle İslamcılık ise, indirgemeci niteliğe sahipti. Tarihsel ve konjonktürel bir akım idi. Bediüzzaman, böyle bir metodun arayış ve takipçisi olmayı hiç düşünmedi.
Said Nursi, İslamcılığı yok saymadı, aksine dikkate aldı. Yanlışlarına ve ifratlarına dikkat çekti. “Şeriat yüzde doksan dokuzu ahlak, ibadet ve fazilete dairdir, yüzde bir siyasette mütealliktir, “Ulü’l emirlerimiz” düşünsünler” diyerek, asıl maksadın “ahlak, ibadet ve faziletten ibaret” olan “silsile-i nuraniyi ihtizaza getirmek” olduğunu söyledi. Yani, iman merkezli ve kapsamlı bir kimliğin inşası, kendisi için münhasır bir hedef ti.
İman esaslarına odaklı bir tebliğ hizmeti, gündemini o kadar doldurmuştur ki, “yirmi elimiz olsa iman hizmetine ancak yeter” diyerek, hayatında “başka maksatlara” yer bırakmamıştı.
Bediüzzaman, İslamcılığın çıkış noktası olan maddi terakki konusunu iman kavramına dayandırır. O’na göre kalkınma, sadece siyasi ve maddi boyutlu değildir. Kalkınma, “mesailerin tanzimi, emniyetin tesisi ve teavün düsturunun teshili” gibi ilkelerin uygulanmasıyla mümkündür. Mekanik görüntülü bu sürecin sonuç vermesi için, “dinin evamir-i kudisiyesi, takva ve selabet-i diniye”ye, yani imana ihtiyaç vardır.
Sosyal ortam, iman ve ahlakta hassas olmazsa, Bediüzzaman, İslam adına siyaset yapmanın dine zarar vereceği inancındadır. Aksi takdirde din, kitleler nezdinde siyasi amaçla istismar edilmiş olacak, İslam’ın “elmas” değerindeki “hakikatleri”, “adi birer cam parçasına” indirgenmiş olacaktır. Böyle bir din algısı uyandırmaktan kaçınmak gerekir. Bunun için Bediüzzaman, şüphelere mağlup olmayan, niçin inandığını bilen, kendisini ve muhatabını ikna kabiliyetine ve kalbi duyarlılığa sahip iman merkezli bir kimlik inşasından yanadır.
İslam’ın Asr-ı Saadet aynasından tevhid ve esma ekseninde çağını okuma mesleği olan Risale-i Nur Ekolü, İslamcılık gibi tarihsel ve konjonktürel bir ideolojinin dar kalıplarına sığmaz ve sığdırılamaz.
İslamcılık ile Nurculuk arasında bağlantı kurmanın, içerik ve metodik karşılığı da yoktur.