Bediüzzaman Said Nursi, İslam âleminde yaygın bir gelenek olan “Risâle” yazma geleneğini “Risâle-i Nur”larıyla bugüne taşımıştır. Talebelerin el yazılarıyla çoğaltılan bu canlı kanlı eserlerde; Allah’ın varlığı, Ahiret, Kur’an’ın Kelamullah, Hz. Muhammed’in son Peygamber olduğu aklen ve naklen ispat edilmiştir. Hatta Üstad, risâlecilik geleneğini sürdürmek adına otantik bir üslupla “yazma, yazdırma” tekniğini de bilinçli olarak kullanmıştır.
Bu yöntemi kullanarak, bilhassa son asırda tartışılan kimi imani ve felsefi şüphelere verdiği cevapları yazıya geçirtmiştir. Kastamonu Lahikasında geçen “Risâle-i Nur'a intisab eden zâtın en ehemmiyetli vazifesi, onu yazmak veya yazdırmaktır ve intişarına yardım etmektir” ifadeleri bu yöntemi ortaya koyar. Elbette Risaleler hakikatleri yaymak için yazılmakta ve neşredilmektedirler. Bu yayma şekli bile başka hakikatleri; mesela İslam Yazısını muhafaza etme sırrını içinde barındırır.
Osmanlı döneminde “risâlecilik” oldukça yaygındı. Risâle, 2 forma ya da daha az hacimdeki kitaplara verilen genel addır ve 1 forma, aşağı yukarı 16 sayfadır. İşte Risâle-i Nur denilen eserler de, kısa kısa yazılmış, yüzlerce Risâle formasından oluşmuştur. Yani Risâle-i Nur daktilo ya da bilgisayar başında yazılmış veya birkaç günde matbaada basılmış bir eser değildir. Külliyatın yazımı 20 küsur yılda tamamlanmıştır. Bu eserler risaleler şeklinde yazılmış, istinsah edilmiş, dağıtılmış, hatta yazım stillerinde bile geleneğe bağlı kalınmıştır. Yazımda Osmanlıca el yazı stili olan Rika hattı kullanılmıştır. 1950’lere kadar “Osmanlı Yazısı” ile bütün eserlerin yazımı tamamlanmıştır. Eserler hapislerde, dağlarda, bağlarda, sürgünlerde türlü zorluklara rağmen yazılmışlardır. İşte bu nedenle bu eserlerin bir benzerinin yazılması bugün mümkün değildir. O şartları yaşamayanların oturdukları yerden “sadeleştirmeler” yapmaları sırf bu nedenle bile kabul edilemez.
Kadim risale geleneğinin bütün izleri bu eserlerde de görülür. Mesela, İhlas Risâlesi adlı eser, Osmanlıca harflerle yazılmış orijinal nüshasında 19 sayfadır ve bir kitabın parçası olmak üzere değil, başlı başlı başına müstakil bir “Risâle” olarak yazılmıştır. Daha sonra bu eser 2’ye bölünmüş, bundan da 2 ayrı Risâle doğmuştur. Risale-i Nur’un tamamında benzer özellikler görülür. Ayrı ayrı kitapçıklar şeklinde yazılan Risâleler daha sonra Sözler, Lem’alar, Mektubat gibi kitapların içinde toplanmışlardır. İhlas Risâlesi’nin başında şu ibareleri görürüz: “On yedinci Lema’nın On yedinci Notasının yedi meselesinden dördüncü meselesi iken ihlas münasebetiyle Yirminci Lema’nın 2. Noktası oldu. Nuraniyetine binaen 21. Lema olarak Lemaata girdi.”
Risalelerin yazım ve düzenlenmesi, bugün düşündüğümüz kitap yazım tekniklerinden oldukça farklıdır. Bu teknik kadim “Risâle” geleneğine uygundur. Bugün eski kitapların satıldığı dükkanlara “sahaf” denmesinin sırrı da geçmiş dönemlerde oldukça yaygın olan “Risâle” yazma-yazdırma geleneğinde saklıdır. Sahhaf, sahifeciler anlamına gelir ve bu kelime o dönemlerde yaygın olan “Risâle” yazma geleneğinin bir sonucudur. Bu sahaflarda tam bitirilmiş kitaplardan çok, yazma sayfalar olarak anılan “Risâleler” alınır satılırdı.
Risâle-i Nurları yazma işlemi de yine geleneğe uygun olarak kâtipler vasıtasıyla gerçekleştirilmiştir. Üstelik bu eserler kısa bir sürede tüm Anadolu’ya, matbu kitaplar şeklinde değil, el yazısıyla yazılmış “Risâleler” şeklinde dağıtılmıştır. Bugün bile kimi evlerin tarih kokan sandukalarında Risâle-i Nur’u oluşturan parçalardan biri ya da bir kaçı çıkabilmektedir. Bu özellikleriyle Risâle-i Nurlar, İslam âlemindeki “Risâle” yazma geleneğinin tüm özellikleriyle yaygın bir şekilde uygulandığı son otantik örneklerdir.
İslami gelenekte Risâle kitapları genellikle “reddiye” ve “Kur’an hakikatlerini muhafaza” amacıyla yazılmıştır. İmam Şafii, Er-Risâle fil-Usul adlı fıkıh usulü konularını içeren bir Risâle kaleme almıştır. Meşhur Risâlelerden birisi de Kadirilik yolunun kurucusu Abdulkadir Geylani’nin yazdığı Risâle-i Gavsiye’dir ki, tasavvuf çevrelerince Muhyiddin İbn-i Arabi’nin eserleri kadar değerli görülmektedir. İmam Eşar’inin “Risâle-i İman” adlı eseri farklı dillere de çevrilmiş imani bir eseridir. İmam Azam’ın er-Risâle li Osman Büsti eseri dönemin felsefi ve itikadi saldırılarının kaynağı olan “Mürcie” mezhebine yönelik bir “reddiye” olarak yazılmıştır. Şu anda yazma nüshaları Kahire Kütüphanesinde bulunan bu eser Risâle geleneğinin öncü eserlerinden birisidir. Yunus Emre de Risale’tün Nushiyye adlı Risalesinde İslam esaslarının doğruluğunu ve gerekliliğini ayrıntılı bir şekilde ortaya koyar.
Şu bir gerçek ki Risâle adıyla anılmasa da her dönemde itikada yönelik saldırılara cevap vermek ve Kur’an hakikatlerini savunmak üzere İslam âlimleri tarafından pek çok eser kaleme alınmıştır. Bu eserler Mutezile, Mürcie, Tenasuhiyye, Dehriyye, Cebriye gibi mezheplerin, felsefi akımların ehl-i Sünnet inancına ters düşen fikirlerine cevaben yazılmıştır. Her yeni dönemde saldırının kaynağı değişmiş, ona göre de yeni cevabi eserler kaleme alınmıştır. İnternetten gelen virüs saldırılarına karşı koyabilmek için sürekli geliştirilen anti-virüs programlarını hatırlayalım. İslam Âlimleri de her yeni dönemin en güçlü saldırılarının zararlarını önlemek için yeni yeni eserler yazmışlardır.
Risâle-i Nur hareketi doğuşu itibariyle tamamen ilmi bir Ehl-i Sünnet hareketidir. Kur’an’ın hakikatlerini yaymayı hedefler. Nur talebeleri, Risale-i Nurları mana-yı ismiyle değil mana-yı harfiyle anlamlandırırlar. Bu kitapların değeri Kur’an’dan dolayıdır. Kur’ansız ya da Kur’an’a rağmen değerli değillerdir. Onları perde değil Kur’an’a birer ayna olarak görürler. Zaten Risaleler, dinsiz felsefeden gelen itikadi alandaki şüphelere cevap vermek için yazılmışlardır. Onları yayanların en önemli hedefi Kur’an ve iman hakikatlerinin tüm dünyaya yayılmasıdır. Böylelikle Allah rızasını kazanacaklarına inanırlar.
Bu dönemde inanç esaslarına saldırı umumi bir hal almıştır. Kur’ân’a ve iman hakikatlerine saldıranlar cemaatli bir şekilde, hem de devletlerin güçlerini arkalarına alarak saldırmaktadırlar. Bâtıl fikirleriyle her yere sızmışlardır. İslam dinini anlamlı kılacak her türlü hakikate saldırmaktadırlar. Saldırırken medyayı da kullanmayı ihmal etmemekte, bâtıl fikirlerinin kısa sürede bütün dünyaya yayılmasını sağlamaktadırlar. İmam-ı Azam döneminde ehl-i Sünnet itikadına saldıranların adresi, gücü, kuvveti belli ve oldukça sınırlıydı. Üstelik saldıranların çoğu Kur’an, Allah vb. temel inançları inkar etmek için saldırmıyorlardı. Mesela Mürcie mezhebi mensupları Müslümanların kabul etmesi gereken bütün itikadi esasları kabul ediyorlardı ama imanlı günahkârların ahirette ceza çekmeyeceğini savunuyorlardı. Hatta bu mezhebin bir kısım mensupları sadece bu görüşü reddettiklerinden Sünni Mürcie olarak anılmıştır. Ehl-i Sünnet’in dahi müctehidi İmam Azam için o dönemde tehlike buydu ve o bu tehlikeye karşı vermesi gereken cevapları vermişti. Siyasi tartışmalar ise bahsimizden hariçtir.
Bugün ise sadece birkaç ameli ya da itikadi meseleye saldırı yoktur. Saldırı doğrudan imana, her türlü manevi ve ahlâki değeredir. Bu durum en az 200 yıldan beri böyledir. Ancak son yüz yılda bu saldırılar had safhasına ulaşmıştır. O dönemin Mutezilesinin, Mürciesinin yerini bugün Darwinizm, Materyalizm, Ateizm, Deizm, Spiritualizm vb. felsefeler almışlar ve bunlar farklı yüzlerce cepheden, ellerindeki çok güçlü imkânlarla saldırmışlardır. O gün için çok büyük bir imani tehlike olarak görülen Mutezilenin “el menzile beynel menzileteyn” tehdidini, bugünkü “materyalist” saldırılarla bir kıyaslayın bakalım. Ahiretin ve Allah’ın varlığını, Kur’an’ın Kelamullah olduğunu, Hz. Muhammed’in peygamberliğini delillerle inkâr etmeye çalışan, medya ve devletler yoluyla tüm dünyaya bâtıl felsefelerini yayan, sadece İslam’ın değil yeryüzündeki bütün inançların uydurma olduğunu savunan felsefi akımların saldırıları karşısında da elbette geçmişteki “reddiye risaleciliği” geleneği devam etmeliydi. İşte Bediüzzaman’ın Risâleleri günümüzün bu dehşetli itikadi saldırılarına karşı Kur’andan ilham alınarak yazılmış birer Reddiye olmaktadır.
Bediüzzaman’ın mücadele ettiği bütün o felsefi fikirlerin özleri yaşamaya devam ettikçe, Risale-i Nurların bu batıl fikirlere karşılık gelen delilleri de varlıklarını etkili bir şekilde sürdürecektir. Risale-i Nurların bugüne göre geçmişte yazılmış olmaları bu eserlerin tarihte kalmaları gerektiği anlamına gelmez. Nitekim kökenleri geçmişte olan pek çok tez, teori, felsefi fikir, bilimsel formül bugün de tazeliklerini korumaktadır. Mesela 1900’lü yıllarda Einstein tarafından ortaya atılan “izafiyet-görelilik” teorisi hala daha geçerliliğini korumaktadır. Yeni geliştirilen “nötrino hızı” esaslı teoriler bile “izafiyeti” yok saymayan, aksine içeren teorilerdir. Newton’un 1687’de yazdığı “Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri” adlı kitabında geçen “Kütle Çekimi Kanunu”nu ispat eden matematiksel hesaplar ve pek çok bilimsel ilkesi bugün dahi geçerliliklerini korumaktadır. 1600’lü yıllarda dünyanın yuvarlak olduğu iddiasını ortaya koyan Galile 400 yıl önce yaşadığı için iddiası bugün geçersiz midir? (Bediüzzaman’a göre İmam Şafii dünyanın yuvarlaklığından bahsetmişti.)
Einstein’ın “izafiyet teorisini” ortaya koyan formülleri, Newton’un “yer çekimini” anlatan matematiksel hesapları, Galile’nin dünyanın yuvarlaklığını anlatan çizimleri, kendileri adına değil ama işaret ettikleri hakikatler adına değerlidirler. Mesela, Einstein’in formülünün güneşten ya da ışıktan daha üstün olduğunu iddia eden bir tek divane de yoktur gerçekte. Aksine o formül ya da keşif, ışığın, güneşin üstünlüğünü anlatmaya yarayan sayısal bir işarettir sadece. Gösterdiğinden dolayı değerlidir yani. Risale-i Nurlar da binlerce mantıki formül ve önerme kullanarak Allah’ın varlığını ve birliğini, Hz. Muhammed’in Peygamberliğini, Kur’an’ın Allah Kelamı olduğunu, öldükten sonra dirilmeyi, kıyameti, Kader inancını, Meleklerin varlığını ve diğer yüzlerce imani meseleyi anlatmış, ispat etmiş eserlerdir. Risale-i Nur’un ispat ettiği hakikatlerin izafiyet teorisinden de, yer çekiminden de, dünyanın yuvarlaklığından da daha önemli ve değişmez hakikatler olduğunu açıklamaya gerek yok sanırım. İşte “Risale Formülleri” dayandıkları, yansıttıkları, ispat ettikleri hakikatler nedeniyle değerlidirler ve bugün dahi yenidirler. O hakikatler için elbette o formülleri sıklıkla kullanacağız. O formülleri değiştirmeyeceğiz ki doğru sonuca ulaşalım! (OD)