Risale-i Nurların Bediüzzaman tarafından bir çok tariflerleri yapılmıştır. Bugün bunlardan “ilmi mürşid” üzerinde durmak istiyorum. Bediüzzaman neden, tasavvuf-tarikat geleneğini devam ettirip, kendisini bir şeyh, bir mürşid olarak ilan etmiyor da, eserleri mürşid olarak gösteriyor? Adresin kendisi değil, yazılan, ilham edilen nur risaleleri olduğunu söylüyor?
Önce Kastamonu lahikasındaki ifadelere bir bakalım:
“Evet, bu asrın ehemmiyetli ve mânevî ve ilmî bir mürşidi olan Risaletü'n-Nur'un heyet-i mecmuası, sair şahsî büyük mürşidler gibi kendine muvafık ve hakikat-i ilmiyeye münasip olarak, birkaç nevide ve bilhassa hakaik-i imaniyenin izharında, intişarında azîm kerametleri olduğu gibi, üç keramet-i zâhiresi bulunan Mucizât-ı Ahmediye, Onuncu Söz ve Yirmi Dokuzuncu Söz ve Âyetü'l-Kübrâ gibi çok risaleleri dahi herbiri kendine mahsus kerametleri bulunduğunu çok emâreler ve vâkıalar bana kat'î bir kanaat vermiş. Hattâ sekeratta bulunan talebelerine imanını kurtarmak için bir mürşid gibi yetiştiğine, müteaddit vâkıalar şüphe bırakmıyor.”
İçinde yaşadığımız asır, önceki asırlara benzemiyor. Tasavvuf ve tarikatlar ve bunların başındaki şeyhler, mürşidler, imanı kuvvetli insanlara mertebeler kat ettirmek, daha ahlaklı bir insan olmalarını sağlamak için rehberlik ediyorlardı. Çünkü o zamanlarda ilimden ve felsefeden gelen şüpheler, insanların imanlarını sarsmamıştı, imanları kavi idi. Bu yüzden Bediüzzaman Tasavvufu bir meyveye benzetir. İman hakikatlerini ise gıdaya, ekmeğe, suya benzetir. Bu asırda, imanın esaslarına cemaatli, yani organize saldırılar olmaktadır. Bugün darvinizmin etkilemediği bilim yok gibidir. Bilimin pozitivisit yorumu ilmi bir “inanç”, bir put haline getirmiştir.
Şimdi kafasında seyrettiği filimlerden, okuduğu kitaplardan, dinlediği öğretmenlerinden kalan şüphelerle hayata atılan bir insanın yarasına geleneksel mürşid, şeyh-mürit ilişkisinin merhem olması mümkün değildir. Said Nursi, çağa uygun bu değişimin köşe taşıdır. Bu yüzden geçmiş asırlardaki mürşitler gibi insanları şahsına değil, Risale-i Nurlara bağlamak için çaba sarfetmiştir. Kendisiyle görüşmek isteyenlere Risale okumalarını tavsiye etmiştir. Neden? Çünkü şahıslar fanidir. Onun ifadesiyle “baki hakikatler, fani şahıslar üzerine bina edilmez.” Şahıslar çürütülürse, insanlar hakikatlerden uzaklaştırılabilir. Ama eserler, sağlam Kur’an ve sünnet ölçüleriyle yazdırılmış eserler çürütülemez ve dolayısıyla insanların hakikatlerden uzaklaştırılması da mümkün değildir. Bu yüzden Bediüzzaman Hazretleri, bir şahsın değil, eserlerin, nur risalelerinin mürşid olduğunu dile getirmektedir.
“Ehemmiyetli, manevi ilmi mürşid” ifadesinde üç önemli kelime ön plana çıkmaktadır.. Bu üç kelimenin vurgusu, insanın iman ilimlerine ne kadar çok muhtaç olduğunu gösteriyor. 29. mektupta, “çok emarelerle anlamışız ki, bu ulum-u imaniyedeki fetva vazifesiyle tavzif edilmişiz” ifadesinden anlaşılmaktadır ki, Risale-i Nur, iman hakikatleri noktasında mürşitlik yapmaktadır. Said Nursi, 23. Söz’ün dördüncü noktasında , “Mahiyet ve istidad itibâriyle her şey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esâsı ve mâdeni ve nuru ve ruhu, mârifetullahtır. Ve onun üssü'l-esâsı da imân-ı billâhtır” der.
Bunlardan anlaşılmaktadır, Risale-i Nur’un ilmi mürşitliği birinci derecede marifetullah ve iman konusundadır. Ehemmiyetli ve manevi olması da bu yüzdendir. Neden, iman ve marifetullah konusunda mürşiddir Risale-i Nur? Çünkü imansız cennete gitmek, imansız Cemalullah’a nail olmak mümkün değildir. Risale-i Nur’un diğer eserlerden farklılığı anlatılırken, Kastamonu lahikasında şöyle ifade ediliyor:
“Eski mübarek zatların ekseri divanları ve ulemanın bir kısım risaleleri imanın ve marifetin neticelerinden ve meyvelerinden ve feyizlerinden bahsederler. Onların zamanlarında imanın esasatına ve köklerine hücum yoktu ve erkân-ı İmân sarsılmıyordu. Şimdi ise köklerine ve erkânına şiddetli ve cemaatli bir surette taarruz var. O divanlar ve risalelerin çoğu has müminlere ve fertlere hitap ederler; bu zamanın dehşetli taarruzunu defedemiyorlar.
“Risaletü'n-Nur ise, Kur'an'ın bir manevi mucizesi olarak imanın esasatını kurtarıyor ve mevcut imandan istifade cihetine değil, belki çok deliller ve parlak bürhanlarla imanın ispatına ve tahkikine ve muhafazasına ve şübehattan kurtarmasına hizmet ettiğinden, herkese bu zamanda ekmek gibi, ilaç gibi lüzumu var olduğunu dikkatle bakanlar hükmediyorlar.”
Görüldüğü gibi Risale-i Nur’un irşadı “imanın ispatına, tahkikike, muhafazasına, şüphelerden kurtarmasına hizmet ediyor.”
O halde bu ilmi mürşid, iman ile ilgili konuları aklî ve naklî delillerle ispat ediyor, imanı tahkiki hale getiriyor, imanı muhafaza ediyor ve şüphelerden kurtarıyor.
İmanı bu hale gelen bir insanın imanla kabre gireceğini bildiren Bediüzzaman Hazretleri, bu ilmî mürşidin birçok kerametleri olduğunu, sekarattaki talebelerinin imanlarını kurtarmak için yardıma koştuğunu bildiriyor. Kastamonu lahikasının ilerleyen sayfalarında buna örnek olarak da, Bir Risale-i Nur talebesinin lailahe illllah kelimesini yazarken vefat etmesi gösteriliyor. Hafız Ali Abi örneği de buna ilave edilebilir.
Sekaratta talebelerinin imdadına koşan ilmî mürşid olan Risale-i Nur, imanın tahkiki hale gelmesinden dolayı, sekarat vaktinde şeytanın insanın imanını almasına karşı da tam bir engel oluyor. Şeytan ancak akla şüpheler verebilir. Ama tahkiki olan iman, sadece akılda kalmıyor, kalbe, sırra ve insanın sinirlerine, latifelerine duygularına sirayet ediyor. Bu yüzden iman mahfuz kalıyor.
İlmî Mürşid Risale-i Nur. Kur’an ve hadislerin bir aynası. Bu yüzden Said Nursi, kendisini bütün Risale-i Nur talebeleriyle birlikte bir “ders arkadaşı” olarak görür bu ilmi mürşidin önünde. Bu yüzden kendisine yazdırılan eserleri binlerce defa okumuştur ve hergün okunmasını tavsiye eder bizlere. Bizler de birbirimizin ders arkadaşıyız. Ders arkadaşı olmalıyız. Risale-i Nur’u okuyanlar, mürid değil, talebe ünvanını kazanır. Bu da önemli bir ayrıntıdır.
Bu yüzden Risale okuyanlar, şahıslarını, şahsi malumatlarını, bilgilerini değil, Risale-i Nur mürşidini ön plana çıkarmalı, nazarları ona çevirmelidir. Kur’an ve sünneti anlamımız, hayatımızı anlamlı kılmamız, varlığın sırrını çözmemiz, Allah’a hakkıyla kul olmamız, nazarımızı ve nazarları bu ilmi mürşide çevirmekle mümkün.