Mesnevi’deki bu fikir biraz ileride yine tekrarlanır:
“Evet;
Ayni eserde, birkaç sayfa daha ilerlesek hem, eksik anlayışları tamamen reddeden “dünyayı kesben değil, kalben terk etmek” cümlesiyle karşılaşır; hem de ayni i’lemin son paragrafında, 6.Sözdeki temel fikrin, fidanlarını görürsünüz:
“İ'lem eyyühe'l-aziz! Dört şey için dünyayı kesben değil, kalben terketmek lâzımdır: ...
“Fesübhanallah, Cenab-ı Hakkın insanlara fazl ve keremi o kadar büyüktür ki, insana vedia olarak verdiği malı, büyük bir semeni ile insandan satın alır, ibka ve himaye eder. Eğer insan o malı temellük edip Allah'a satmazsa, büyük bir belâya düşer. Çünkü o malı uhdesine almış oluyor. Hâlbuki kudreti taahhüde kâfi gelmiyor. Çünkü arkasına alırsa, beli kırılır, eliyle tutarsa, kaçar, tutulmaz. En nihayet meccânen fena olur gider, yalnız günahları miras kalır.”(1329)
O’na satılan(O’nun adına, O’nun istediği şekilde kullanılan) her şey muhafaza edilir, bâkileşir. Ana mesele O’nun adına tasarruftur. O’nun istediği tarzda istifade etmektir. Terk yoktur. Esas olmadan, mânâ-yı ismiyle bakmadan onlardan istifade edilebilir. Terk, kalben yapılacaktır, kesben değil.
Bu konuyla ilgili 32.Sözde de şöyle bir temel bir soru vardır :
“Diyorsunuz ki: "Muhabbet ihtiyarî değil. Hem, ihtiyac-ı fıtrîye binaen, leziz taamları ve meyveleri severim. Peder ve valide ve evlâtlarımı severim. Refika-i hayatımı severim. Dost ve ahbaplarımı severim. Enbiya ve evliyayı severim. Hayatımı, gençliğimi severim. Baharı ve güzel şeyleri ve dünyayı severim. Nasıl bunları sevmeyeceğim? Nasıl bütün bu muhabbetleri Cenâb-ı Hakkın zât ve sıfât ve esmâsına verebilirim? Bu ne demektir?"(292)
Sevmemek, adeta mümkün değildir. Hatta muhabbet fıtrî bir ihtiyaçtır. O zaman sevmenin ölçülü hali nasıldır, nasıl olmalıdır ? Buna da cevap çok açık ve nettir:
“Muhabbet çendan ihtiyarî değil. Fakat ihtiyar ile, muhabbetin yüzü bir mahbuptan diğer bir mahbuba dönebilir. Meselâ, bir mahbubun çirkinliğini göstermekle, veyahut asıl lâyık-ı muhabbet olan diğer bir mahbuba perde veya ayna olduğunu göstermekle, muhabbetin yüzü mecazî mahbuptan hakikî mahbuba çevrilebilir.
…Tâdât ettiğin sevdiklerini sevme demiyoruz. Belki onları Cenâb-ı Hakkın hesabına ve Onun muhabbeti namına sev deriz.”
Bütün nimetlerden Cenab-ı Hakka gitmek, onları O’nun hesabına sevmek belirtilir: diğer örneklerle de, sevgilerin nasıl ölçülü olacağı izah edilir :
“Meselâ, leziz taamları, güzel meyveleri, Cenâb-ı Hakkın ihsanı ve o Rahmân-ı Rahîmin in'âmı cihetinde sevmek, Rahmân ve Mün'im isimlerini sevmektir; hem mânevî bir şükürdür. Şu muhabbet yalnız nefis hesabına olmadığını ve Rahmân namına olduğunu gösteren, meşru dairesinde kanaatkârâne kazanmak ve mütefekkirâne, müteşekkirâne yemektir.” der ve arkasından, evlâtların, dost ve ahbabın, hanımımızın, hayatın, gençliğin, baharın, dünyanın, ölçülü ve dine aykırı olmadan nasıl sevileceğinin izahları yapılır.
“Elhasıl: Dünyayı ve ondaki mahlûkatı mânâ-yı harfiyle sev; mânâ-yı ismiyle sevme. "Ne kadar güzel yapılmış" de. "Ne kadar güzeldir" deme. Ve kalbin bâtınına, başka muhabbetlerin girmesine meydan verme. Çünkü bâtın-ı kalb âyine-i Sameddir ve Ona mahsustur.”
“İşte, bütün tâdât ettiğimiz muhabbetler, eğer bu suretle olsa,
-hem elemsiz bir lezzet verir, hem bir cihette zevalsiz bir visaldir.
-Hem muhabbet-i İlâhiyeyi ziyadeleştirir. Hem meşru bir muhabbettir.
-Hem ayn-ı lezzet bir şükürdür. Hem ayn-ı muhabbet bir fikirdir.”(292-93)
Daha sonra da, öyle izahlar yapılır ki, nimetlerle muhatap olmanın adeta zaruretini kabul eder ve bu muhâtabiyetin getirdiklerinin büyük farklılığını kavrarsınız:
“Meselâ, nasıl ki bir padişah-ı âli, sana bir elmayı ihsan etse, o elmaya iki muhabbet ve onda iki lezzet var:
Biri: Elma, elma olduğu için sevilir. Ve elmaya mahsus ve elma kadar bir lezzet var. Şu muhabbet padişaha ait değil. Belki, huzurunda o elmayı ağzına atıp yiyen adam, padişahı değil, elmayı sever ve nefsine muhabbet eder. Bazan olur ki, padişah, o nefisperverâne olan muhabbeti beğenmez, ondan nefret eder. Hem elma lezzeti dahi cüz'îdir. Hem zeval bulur; elmayı yedikten sonra o lezzet dahi gider, bir teessüf kalır.(Mânâ-yı ismiyle sevmek)
İkinci muhabbet ise, elma içindeki, elma ile gösterilen iltifâtât-ı şâhânedir. Güya o elma, iltifât-ı şâhânenin nümunesi ve mücessemidir diye başına koyan adam, padişahı sevdiğini izhar eder. Hem iltifâtın gılâfı olan o meyvede öyle bir lezzet var ki, bin elma lezzetinin fevkindedir. (Mânâ-yı harfiyle sevmek)
-İşte şu lezzet ayn-ı şükrandır. Şu muhabbet, padişaha karşı hürmetli bir muhabbettir.
Aynen onun gibi, bütün nimetlere ve meyvelere zatları için muhabbet edilse, yalnız maddî lezzetleriyle gafilâne telezzüz etse, o muhabbet nefsanîdir. O lezzetler de geçici ve elemlidir.
Eğer Cenâb-ı Hakkın iltifâtât-ı rahmeti ve ihsânâtının meyveleri cihetiyle sevse ve o ihsan ve iltifâtâtın derece-i lütuflarını takdir etmek suretinde kemâl-i iştah ile lezzet alsa,
-hem mânevî bir şükür, hem elemsiz bir lezzettir.”
Muhtelif muhabbetlerimizin, Kur'ân'ın emrettiği tarzda nasıl olacağı; olunca da, neticelerinin, faydalarının neler olacağı net olarak ortaya konur.
Ayrıca yaratılanlar, madem, gizli bir hazine gibi olan Allah’ı tanıtmak için ise; yaratılanlar da Kur’an ayetleri gibi, ama, kevnî ayetler ise ve onların okunmaları da bazen dille, bazen gözle veya kulakla oluyorsa; hatta onları tam anlamıyla, bütün incelikleriyle, okuyacak, algılayacak (güzelliklerini, lezzetlerini ölçecek) cihazlar-adeta- sadece bizde varsa; yukarılarda anlatılmaya çalışıldığı gibi; O’nun hesabına, mânâ-yı harfiyle bakabilince ve onlar asıl hedeflerimiz olmadıkça, tebeî olarak kaldıkça; onlara bakmak, muhatap olmak anlamındaki; istifade etmek, onlardan lezzet almak ve hatta O’nun adına onlara aşık olmak, telaş edilecek bir hal değildir ve dahi güzeldir.
Bediüzzaman Hazretleri, 6.Sözde “Emaneti sahibine satmak” mânâsını açan hikâyecikle, ifade etmeye çalıştığımız fikri çok daha kesin bir şekle sokar.
Sultanın emaneti, sultan tarafından satın alınmak istenmektedir. Bu satın almaya rağmen, mülk muharebe süresince hizmetkarın elinde kalacak ve Sultan tarafından korunacaktır.. Ayrıca ona büyük fiyat verilecektir. Muharebe sonunda da mülk, tamamen emaneti satan hizmetkara verilecektir. O’na satmak ise O’nun adına kullanmaktır.
Yani Allah, vücudumuz dâhil her şeyi bizlere emanet olarak vermiştir. Bu nimetlerle (dünya ve lezzetleriyle) O’nun istediği tarzda, Sünnete uygun, muhatap olursak; her şeyden, bu dünya hayatında da istifade etmemiz, lezzetleri de artırılarak sağlanacak, daha sonra da her şey ebediyen bize mülk olarak verilecektir. İş bununla da kalmayacak, bu davranışlarımız neticesi ayrıca cennet bile bize mükafat olarak verilecektir.
1.Sözün sonunda da nimetlerle muhâtabiyetteki fiyat olarak zikir, fikir, şükür anlatılır. Çünkü onları terkten ziyade onlarla ölçülü muhatabiyet söz konusudur.(4)
Sonuç olarak; Bediüzzaman Hazretleri sofiler gibi dünyayı kesben terk etmeyi söylemez; ehl-i dünya gibi de muhatap olmaz. O, terk etmeden, terk etme denebilecek, harika bir Yeni Yolu, Kur’andan çıkarmıştır.
“Der tarik-i Nakşibendî lâzım âmed çâr terk /
Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk" dememiş.
"Der tarik-i aczmendî lâzım âmed çâr çiz /
Fakr-ı mutlak, acz-i mutlak, şükr-ü mutlak, şevk-i mutlak ey aziz."(354) diyerek;
acz, fakr hissedilerek şükür ve şevk içinde olmayı, bir tarz olarak ortaya koymuştur.
Hem 27. Sözün sonlarında (220):
"...Otuz İkinci Sözün İkinci ve Üçüncü Mevkıflarında gayet kat'î ispat edilmiştir ki, dünyanın âhirete bakan yüzüyle, esmâ-i İlâhiyeye mukabil olan yüzünü sevmek sebeb-i noksaniyet değil, belki medar-ı kemaldir. Ve o iki yüzde ne kadar ileri gitse, daha ziyade ibadet ve marifetullahta ileri gider. SAHÂBELERİN dünyası ise, işte o iki yüzdedir.
1-Dünyayı âhiret mezraası görüp, ekip biçmişler.
2-Mevcudatı, esmâ-i İlâhiyenin aynası görüp, müştakane temâşâ edip bakmışlar. Fenâ-i dünya ise, fâni yüzüdür ki, insanın hevesâtına bakar......”
“Eğer insan yalnız bir KALBDEN ibaret olsaydı, bütün mâsivâyı terk, hattâ esmâ ve sıfâtı dahi bırakmak, yalnız Cenâb-ı Hakkın zâtına rapt-ı kalb etmek lâzım gelirdi. Fakat insanın akıl, ruh, sır, nefis gibi, pek çok vazifedar letâifi ve hasseleri vardır.
İnsan-ı kâmil odur ki, bütün o letâifi, kendilerine mahsus ayrı ayrı tarik-i ubudiyette hakikat cânibine sevk etmekle, SAHÂBE gibi geniş bir dairede, zengin bir surette, KALB bir kumandan gibi, letâif askerleriyle kahramanâne maksada yürüsün.
Yoksa, kalb, yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp tek başıyla gitmek, medar-ı iftihar değil, belki netice-i ıztırardır." diyerek terkin pek de doğru olmadığını Sahabe ahlakına istinaden açıkça belirtir. Biz buna Mehmet Fırıncı ağabeyin dediği gibi adeta:
“Celbi dünya, celbi ukba, celbi hesti, celbi celp” bile diyebiliriz.
Bediüzzaman’ın, DÜNYA VE LEZÂİZİNİN TERKİYLE ilgili olarak ortaya koyduğu esaslardan;
1-Onların, hayatımızın asıl hedefi olmaması;
2-Kalben onlara meyledilmemesi, bağlanılmaması;
3-Onların kesben değil, kalben terk edilmesi;
4-Kimin tarafından verildiklerinin muhakkak bilinmesi;
5-Bütün nimetler için O’na şükredilip teşekkür edilmesi;
6-Sadece helal olanlarla muhatap olunması;
7-Onlar yüzünden, asli vazifelerimizin terk edilmemesi, aksatılmaması;
8-Başkaların, bilhassa muhtaçların imrendirilmemesi, tahrik edilmemesi;
9-Bütün, lezzetlerden; onları veren Allah’a gidilip, onların O’nun hesabına sevilmesi;
10-Dünya ve mahlûkatının, mânâ-yı harfiyle sevilmesi, mânâ-yı ismiyle sevilmemesi;
11-Ruhumuzun cesedimize, kalbimizin nefsimize, aklımızın midemize hâkim kılınması ve lezzetlerin şükür için istenmesi ölçülerini çıkarmak doğru olacaktır.
Yoksa bu eserlerdeki hakaikle geliştirdiğimiz zihinlerimizle cerbeze yapıp her halükârda lezzetlerle muhatabiyet mânâsını çıkarmak da elbette mümkün olamaz ve doğru değildir. Esasen bir başka yazının konusu olan bu mesele de hayatımızda çok önemli bir dengenin gereğidir. Maalesef ustaca bir cerbeze yaparak, dengeli bir müminliğin ifadesi olarak bu asrın idrakine arz edilen bu harika düsturları tamamen dünyevileşmeye çevirmek de çok görülen sapmalardandır. Allah hepimizi bu ifrat halden de dünyayı terk eden tefrit halden de korusun.
Cenab-ı Hak, hepimize, İslâm’ı doğru anlamayı, doğru yaşamayı nasip etsin.
Bediüzzamanın, Yeni Yolunu, Anlamaya Çalışalım(A)
Dünyayı terk etmenin, Bediüzzamanca tarzını anlamaya ve anlatmaya çalıştığım yazıma nedense çok tenkitler aldım. Bütün bu yazılanları çok dikkatlice değerlendirdim. Düşüncelerimi, R.Nurları tekrar tekrar okuyarak ve bazı arkadaşlarımla konuyu mütalaa ederek çok sıkı bir tahlile başvurdum. İhlâsımdaki noksanlıklar, maksadını aşan ifade tarzım veya fikren ve şahsen fazla tanınmamam, yazılarımda bilmeyerek de olsa eksik bıraktığım taraflar sebebiyle bu itirazlara muhatap olduğuma kanaat getirdim.
Bu yazımla ilgili olarak samimi tenkitler yazan bütün arkadaşlara teşekkür ederim. Konuyu tekrar ele alma ihtiyacı olduğuna inanarak, bazı arkadaşlarımın da özel mektuplarındaki isteklerine uyarak bu satırları yazıyorum.
Yazımda nasıl yaşamamız gerektiğinin incelikleriyle anlatılmadığını söylemeye gerek yok. Bu yazımda günümüzün çok önemli bir konusu olan “Dünyayı terk etmenin” hakikaten çok önemli bir tarzı olan Bediüzzamancasını anlatmaya çalıştım. Sadece bu konunun etrafında döndüm durdum.
Âcizane, yazarak iddia ettiklerimle ilgili olarak, fikir beyan etmek isteyen arkadaşlarla, fikirlerimi paylaşmak ve onlardan istifade etmek istediğimi daha önce açıkça ifade etmekle birlikte; adresini bir türlü alamadığım bir arkadaşın:
“O zaman sizin bu yanlış akli değerlendirmenize göre Peygamberimiz ve Üstadımız vasatı yakalayamamış mı oluyor?”
Cümlesini, kusura bakmayın ama anlamanın pek kolay olmadığını ifade etmeliyim. Bu fikri ve bazı aşırı ithamkâr, mesnetsiz, sofiyane, nurun mesleğine pek uymayan, yakışmayanları paylaşmak mümkün değil. Tek tek bunları da yazmak sizi fazla meşgul etmek olacağından hepsini yazamıyorum. İsteyen o günün yazılarına bakabilir. Yakınlarda ikamet edenlerle isimsiz ve adressiz yazılarla görüşmek değil de yüz yüze, birlikte R.Nur okuyarak ders almak, bir şeyler öğrenmek, hatalarım varsa düzeltmek, düzelmek isterim. Hem de bin teşekkür ederim.
R.Nurlarla ilgili fikir beyan ederken, yanlış yapmaktan herkes gibi ben de elbette çok korkuyorum. Ancak Üstadım Bediüzzaman’ın tabiriyle “Hakkın Hatırı Âli“ olduğundan; belki çoğumuz için de “Netice-i hayatımız, sebeb-i saadetimiz, vazife-i fıtratımız olan”, Risale-i Nurun yanlış anlaşılmaması için bazı hususları O’nun en küçük ve aciz bir talebesi olarak da olsa, beyan etmeye mecbur olduğumu hissediyor, çekinerek de olsa konuşuyor, yazıyorum.
Ancak, bunu yaparken daha önce de söylediğim gibi R.Nurların bütünüyle muhatap olarak, öyle değerlendirme yapmaya çalışıyorum. Değerlendirilirken de, kendi paradigmalarımı değil elbette ve mecburen O’nun metinlerini esas alıyorum.
R.Nurun, Vahye ihtiyaç duymadan hakikati arayanlara veya meselelere sadece kalp gözüyle bakan mutasavvıflara benzemediğini; ancak, tasavvuftan matlup olan, Sünnette bulunan güzel şeylerin, farklı ama, yine Kur’anî bir tarzda R.Nur mesleğinde bulunduğuna; Risale-i Nurların hemen her konuda, şarkın ULUMUNDAN, garbın FÜNUNUNDAN oldukça FARKLI, ORİJİNAL, daha FITRİ ve daha mukteza-i asra uygun ÇOK YENİ BİR TARZ ortaya koyduğuna inanıyorum.
Her şeye rağmen, yine de, Bediüzzaman Hazretlerinin yaptığı gibi; anladığımı sandıklarımın, mutlak mânâ olmadığını, olamayacağını açıkça söylüyorum. Ancak yazdıklarıma itirazların kusura bakmayın şahsi kanaatlerle değil de yine Kutsi Kaynaklardan ve tabi ki R.Nurlardan deliller getirerek yapılmasını kabul edebilirim.
Yoksa saygıyla dinler, üzülerek okur, dua ederek hakikati anlamasını temenni ederim. Kabul etmem mümkün olamaz
Mesnevi‘de, Habbe’de: “Biri de, dünyanın lezzetleridir. Bu ise, kısmete bağlıdır. TALEBİNDE kalâka düşer. Ve sür'at-i zevali itibarıyla, aklı başında olan, onları KALBİNE ALIP KIYMET VERMEZ…“ denirken, zannedersem tarzın inceliği açıkça bellidir.
“Dünyanın âkıbeti ne olursa olsun, lezâizi terk etmek evlâdır. Çünkü, âkıbetin ya saadettir; saadet ise şu fâni lezâizin terkiyle olur. Veya şekavettir. Ölüm ve idam intizarında bulunan bir adam, sehpanın tezyin ve süslendirilmesinden zevk ve lezzet alabilir mi? “
“Çünkü, o lezâizin zevaliyle vukua gelen hususî ve mukayyed ademlerden, adem-i mutlakın elîm elemleri her dakikada hissediliyor. Bu gibi lezzetler o elemlere galebe edemez.”
Cümlelerine cımbızlama bakmak insanı yanlışa götürür. Ehl-i imanın, ebedi hayatı ve cennetleri bilenler olarak, dünyevî her şeye tebeî olarak bakması mânâsı yetmez mi acaba. Cenab-ı Hakkı tanıtmak için yaratılan ve onları kavramak için verilen bütün cihazların sahibi kılınan insanın bu verilen yüksek alat ve hissiatla halk edilen ve kevni ayet olarak ifadesini bulan, renkler, kokular, tatlar, güzel şekillerle hizmetimize, Rezzak-ı Hakiki tarafından sunulan bu nimetlere yine O’nun adına, mana-i harfiyle (Bediüzzamanın tabiriyle) AŞIK olarak baksak, (Bkz.Şükür Risalesi) ama kalbimize koymasak; 5. Sözde ifadesini bulan “Devletin angaryası” gibi görsek bunun neresi yanlış olur.
Yeme-içmeyi fiilen terk edenler bu halden daha iyi bir tarzda mı hakikate, Sünnete ulaşırlar. Lütfen… Anlamaya çalışalım. Olayı Bediüzzaman Hazretlerinin bu konuda yazdıklarını şöyle alt alt koyarak anlamaya çalışalım.
O,“İnsan, bütün hayvanlardan mümtaz ve müstesna olarak, acip ve lâtif bir mizaçla yaratılmıştır. O mizaç yüzünden, insanda çeşit çeşit meyiller, arzular meydana gelmiştir. Meselâ, insan, en müntehap şeyleri ister, en güzel şeylere meyleder, ziynetli şeyleri arzu eder, insaniyete lâyık bir maişet ve bir şerefle yaşamak ister.”(1215) der. Terki, BSN gibi değil de tenkit eden arkadaşlar gibi anlarsak, bu fikri nereye koyacağız.
Yine,“Arkadaş! Dünyanın üç vechi vardır: Birisi: Âhirete bakar. Çünkü onun mezraasıdır. İkincisi: Esmâ-i Hüsnâya bakar. Çünkü onların mektep ve tezgâhlarıdır.”diyen de O'dur.
Bütün nimetler; gözümüze, dilimize, burnumuza sayısız latifelerimize hitabeden binlerce şekiller, tatlar, kokular ve daha pek çok güzellikler kime hitap ediyor. Hayvan ve bitkilerde onları algılayacak cihazlar yoksa, mesela hayvanların bile pek çoğu renk körü ise, dilleri bir kaç tattan başka algılayamıyorlarsa, vücutlarının da bu kadar farklı nimetlere ihtiyacı da yoksa; adeta bütün bu sayısız özelliklerdeki gayetsiz nimetler sadece ve sadece biz insanlara hitabediyor ise bunları değerlendirmek gerekmez mi?
Kendini, gizli bir hazine olarak tarif eden bir Rabb-i Zülcelal, bize kendini onlarla tanıtmak, sevdirmek istiyorsa; biz de kalben onlara bağlanmadan, onların üstünde fena damgasını görerek, onları bir Rezzak-ı Kerimin hediyesi olan eserler telakki ederek, yemek ve içmeye muhtaç da yaratıldığımızdan, Yaratıcının bir angaryası görerek onlarla şükür için, mana-ı harfiyle muhatap olsak ne zararı olur. Hatta daha güzel olmaz mı?
Onları yemesek, seyretmesek, değerlendirmesek, eserden esmaya, sıfata, şuûnata, zata gitmesek iyi mi olur. Onlarsız, delilsiz O zatı tanımak daha mı kolay olur. Daha mı iyi olur.
Ve yine “Üçüncüsü: KASTEN VE BİZZAT KENDİ KENDİNE BAKAR. Bu vecihle insanların hevesâtına, keyiflerine ve bu fâni hayatın tekâlifine medar olur. Nur-u imanla dünyanın evvelki iki vechine bakmak, mânevî bir cennet gibi olur. Üçüncü vecih ise, dünyanın fena yüzüdür ki zatî ve ehemmiyetli bir kıymeti yoktur.” diyen de O'dur.(285-1309)
Lillâh için yapılan, bakılan hiç bir şey fenaya gitmediğine göre bu fikirleri nasıl anlamalıyız.
Evet, Bediüzzaman Hazretleri ehl-i dünyanın dünyasını terk etiğini söylüyor. Said-i Nursi’nin hayatıyla "TERKETMEDEN TERKETTİĞİNİ" söyleyen bizlerin hayatı arasında tam bir mutabakat var. Çünkü O öyle yapmamızı anlatıyor. Yediğimiz, içtiğimiz, giydiğimiz ona değil ama dediklerine uyuyor.
“Üstad mimsiz medeniyetin, ihtiyaçları 4 den 20 ye çıkardığını söylüyor. Bugün biz bunun binleri geçtiğini söyleyebiliriz. Peki, o bini temin etmek için nelere başvuruyoruz? Nelere katlanıyoruz? Kazandığımızın helalliğini haramlığını ne kadar düşünüyoruz? İzzetimizden taviz vermiyor muyuz?” diye soruyor bir arkadaş.
Yazıma bakılırsa bunların cevapları hep var. Elbette ihtiyacımız olanlarla helal tarzda muhatap olma şartı her zaman vardır. İzzetimizden taviz vermeye de lüzum yoktur. Zaten helal daire keyfimize kâfidir. Bunların kalben terk etmeye aykırı neresi var anlayamıyorum. Farklı bir şey söylenmiyor ki.
Bir arkadaşın: “ Şükretmek isteyenin ne Mercedes’e ne Nokia 6960’a’ ne de islami tatil(!) köyüne ihtiyacı var.” demesine, maksadını aşan cümleler olarak bakıyorum.
İmkânım olsa yaya veya taka Anadol’la veya birilerinin eline bakarak hizmetlere koşmak yerine elbette harama girmeden, elbette onları asıl gaye yapmadan, elbette asli vazifeleri terk etmeden uçağım olsa da onunla gitsem çok isterim.
En modern telefonla, ihtiyaç duyduğum her an Süleyman AS. vâri, bütün cevelan sahamı hanem gibi yapan bir iletişim aracına, bu haberleşmeye vesile olan hava zerratına ve bütün onların sahib-i Hakikisine bin teşekkür ederim. Onları kalbime de koymam. Mercedes bana binmez, ben ona binerim. Benim merkebim olarak hizmetlere koştururum. Yürüyünce her adıma sevap var diyen sofi arkadaşıma, otomobilin tekerleğinin her dönüşüne de sevap var diyerek klimalı arabalarla bölgemizi sık sık tarıyor, azami irtibatı gerçekleştirmeye çalışıyoruz.
Avrupa hizmetlerine de elhamdülillah modern uçaklarla 2–3 saatte ulaşıveriyor, giderken yanımızdakilere de bu uçma meselesinden ve dahi galaksi ve yıldızları uçuran Rabb-i Rahimden nefsimize de dersler yaparak gidiyoruz. Evet, mesele nazar ve niyet meselesi. Buradaki yanlış, helali haram yapabiliyor.
İlim mâluma tâbidir. Ma’lum ise Adetullah, Sünnetullahtır. Bu ilim insan vücudunun dinlenmeye ihtiyacı var diyorsa, Vücudumuzda beni dinlendir diye bağırıyorsa İslama aykırı olmadan helal dairede dinlensek elbette doğru olur. Denize girme imkânı varsa sünnet olan yüzmeyi gerçekleştirsek, ASM.’ın bindiği devenin bu asardaki karşılığı olan iyi bir otomobille hayatımızı, hizmetimizi kolaylaştırsak, gençlerimizi kaçırmadan, okuma programları sırasında birazcık uygun yerlerde serinletsek -elbette ölçülerimiz dışına çıkmadan, bunları ana paradıgma gibi görmeden- ne zararı olabilir.
Not: Verilen sayfa numaraları, 2 Ciltlik Risale-i Nur Külliyatına aittir.