Dücane Cündioğlu Hoca, bir eserinde (eğer hafızam beni yanıltmıyorsa, bu eser, Etkileşim Yayınları’ndan çıkan Keşf-i Kadim nam eseriydi) Kur’an-ı Hakîm’deki mana zenginliğini keşfe çıkarken; bir hassasiyet belirtisi olarak, kelimelerin, vahyin taze indiği zamanki karşılıklarına önem verilmesi gerektiğini ifade ediyordu. Yani, fakir fikrimle anladığım kadarıyla; vahyin indiği o saadetli zamanlarda Kur’an’ın ab-ı hayat misali lafızları ne anlama geliyor, bizzat o zamanlar aynı kelimeler neyi karşılıyor ve o günün insanının zihninde hangi manaya tekabül ediyor, bunların öncelikle araştırılması gerektiğini söylüyordu.
Aynı kıymetli eserde, meseleyi, “ruh” gibi birkaç kavram üzerinden de masaya yatırıyor; bugünün ve o günün insanının idrak karşılaştırmasını başarıyla yaparak ve farklarını da ortaya koyarak sorguluyordu. Ve ortaya, en nihayetinde şöyle bir Kur’an’ı anlama problemi çıkıyordu, modern insan adına:
“Aynı kelimelerle aynı manayı mı karşılıyoruz? Yoksa kullandığımız kelimelerin sadece telaffuzları mı benziyor?”
Dücane Hoca’nın bahsettiği bu problemi, başka bir platformda, az/çok Risale-i Nur’u karıştırmış her müdakkik insan yaşamıştır. Mesela; Bediüzzaman’ın, Mucizat-ı Ahmediye isimli güzide eserinde kullandığı “tevatür” kavramı ile bugün bizim zihinlerimizde gezen “tevatür” kavramı arasında açık ara bir fark olduğu açıktır. Hadis literatüründe tevatür; “yalan bir haber üzerinde ittifak etmeleri mümkün olmayan bir cemaatin verdiği haber” iken, aynı kelime bizim mana havzımızda “söylenti, doğruluğu şüpheli haber” anlamına gelir. Yine Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’da kullandığı “belki” kelimesini bugünün anlayışıyla “bir ihtimal” olarak algılayanlar; “Cenab-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil” cümlesini sorunlu bir şekilde kafalarına nakşederken; aynı kelimeyi öz haliyle, yani “belli ki” olarak bilenler hiçbir sorun yaşamazlar. Çünkü buradaki “belki” bir ihtimal değil, kesinlik ifadesidir.
Yine bunun gibi pek çok kelime, bizim zihnimizde isabet ettiği manalardan çok farklı, çok derin bambaşka manaları belki (ama kesinlik ifade eden bir belki) asliyetinde saklamaktadır. Fakat maalesef, bugünün zihin dünyası, sadece pratikte değil; teoride de vahyin tazeliğini yudumlamaktan uzaklaşmıştır. Çünkü ağzının tadı kaçmıştır. Ağzının tadı bozulan insan da, elbette balı bile diline değdirse, tükürür. Lezzetini inkâra cüret eder; ama hatasını da fark etmez, halteder.
Böyle bir kelime ve kavram sorgulamasını yıllar önce İhsan Kasım Salihî ağabeyden de dinlemiştim. Gürpınar’da yaptığımız bir okuma programı sırasında bize Risale-i Nur’un mücevheratından bazı ziynetler göstermeye gelen İhsan Kasım ağabeyimiz; o derse başlamadan evvel hepimize şunu sormuştu: “Biz neden Risale-i Nur’u okuyoruz da, doğrudan Kur’an okumuyoruz, söyleyin bakalım? Zaten onun anlattığı da Kur’an ve hadislerden ibaret değil mi? O zaman hiç elimize Risale-i Nur’u almayalım, doğrudan Kur’an’a ve hadise bakalım. Daha doğru olmaz mı? Ne diyorsunuz, bir konuşun bakalım?”
Bizde soğuk duş etkisi yapan bu sorunun ardından kem kümlü cümlelerle verdiğimiz cevapları yeterli bulmayan İhsan Kasım ağabey, yukarıda Dücane Cündioğlu’nun yaptığı tespite benzer, şu güzel nasihatleri yapmıştı: “Elbet Risale-i Nur’un membaı onlardır, oradan geliyor. Fakat biz şimdi ahirzaman fitnesiyle öyle bir tokat yemişiz ki, öyle bir düşmüşüz ki yerlere; Kur’an’ın, hadisin semasına birden çıkamıyoruz. Bize bir merdiven gerek. O kelamlar, o hadisler neyi anlatıyor, ne manaya geliyor; bize anlatacak bir öğretmen gerek. Yoksa biz bilmiyoruz, nasıl çıkacağız? İşte Risale-i Nur, bize bu merdiven görevini yapıyor.”
Yıllar geçti üzerinden o okuma kampının… Ama yine de İhsan Kasım ağabeyin bu sözlerini unutamıyorum. Zira hangi mesele ile karşılaşsam, yine gidip bir ucu, bu kavram karmaşasına dayanıyor. Kelimelerin altını doğru anlamlarla dolduramayanlar, doğru mizanlara sahip olamayanlar yorum yapmaya başladıklarında pek çok şeyin de içini boşaltıyor, kırıp döküyorlar. Bu, bir anlamda onların hareket noktalarının da doğru olmadığını gösteriyor. Ve bu yönüyle asgarî bir lügat bilgisine sahip olmak; (hatta lügattan öte kavram bilgisine sahip olmak) her şeyden önce, her okumadan önce şart oluyor. En azından tereddüde düşülen yerlerde bir güvenilir sözlük açma alışkanlığı hepimizde olmalı sanıyorum.
Buna kendi hayatımdan bir örnek daha vereyim mi? Mesela siz “Risale-i Nur, Kur’an’dan tereşşuh etmiştir” cümlesini şimdiye kadar nasıl anladınız? Veyahut “tereşşuh” kelimesine ne anlam verirdiniz? Sizi bilmiyorum, ama ben derslerde hep “sızıntı” anlamının verildiğini dinledim. Kendim okuduğum eserlerde de yine “Kur’an’dan akmıştır, sızmıştır Risale-i Nur” manasının bir önceki tırnak içre cümleye tekabül ettirilmeye çalışıldığını görürdüm. Sorgulamaz, yadırgamazdım.
Bunu böyle kabul edip cehaletimi ülfet ile örterken bir gün yine İhsan Kasım ağabeyin misafiri olduk. O misafirlik sırasında yine mevzu döndü dolaştı “tereşşuh” (veya “reşha”ydı, kesin hatırlamıyorum) kelimesine geldi. İhsan Kasım ağabey biz o kelimeye sızıntı manasını verdiğimiz anda itiraz etti. “Ben çok yerde görüyorum bu manayı veriyorlar, bu mana yanlış değildir fakat eksiktir” dedi; sonra araya başka bir şey girdi ve tam manasını alamadan ziyaretimiz sona erdi. Benim kafamda da bir “tereşşuh” lafzı mana itibariyle askıda kaldı durdu yıllar yılı. Yine ülfet, yine tembellik üstünü örttü, gaflet ilim telakki edildi.
Ta ki, yıllar sonra aynı kavramı, ama bu sefer Yirmi Dördüncü Söz eşliğinde Metin Karabaşoğlu ağabeyden dinleyene kadar… O zamana kadar üstü örtülü kaldı pek çok şeyin. Fakat, Allah razı olsun, Metin ağabeyin o meşhur Reşha, Katre, Zühre sorgulamaları eşliğinde elde ettiğimiz; hakikate arızasız bir ayna olma hali olan Reşha düzeyi, benim kafamda aynı zamanda “Risale-i Nur, Kur’an’dan tereşşuh etmiştir” cümlesinin de tam karşılığını bulmasına yol açtı. Gerçi tam karşılığı demek, yine bir yerde gaflete düşmektir. Bilmediklerini setretmektir. Fakat büyük bir kapı açıldı diyebilirim, çok şükür. Demek Risale-i Nur, Kur’an’dan sadece sızmamıştı; aynı zamanda makam-ı Reşha’da yazılmıştı. Yani hakikatin hiçbir rengini kaybetmeden, arızasız, bir çiğ, bir buhar letafetinde taşındığı bir aynada yansıtılmıştı. Risale-i Nur’un bir zenginliği de buradaydı.
Zaten müellif-i muhtereminin de Mevlana’nın (k.s.) eserleriyle kendi eserini karşılaştırırken kullandığı o renk, o esma zenginliği benzetmesi, buna yakın bir anlam ifade etmiyor muydu? Belki de kastetdiği mana bizzat bu manaydı.
Böylece bir Risale dersi daha “Daha Risale-i Nur’un neresindeyiz?” sorusuna cevap arayarak son buldu. Ben kendi içimde bir cevap verdim: “Daha kenarında, köşesindeyiz, sadece ayaklarımızı batırıyoruz.” Benim kendi adıma cevabım buydu. Neyse… Madem Metin ağabeyden bahsettik, yine onun çok güzel bir tespitiyle bitirelim bu yazıyı; “Risale-i Nur aşılmayı değil, hakkıyla anlaşılmayı bekliyor.” Bu yolda ilerlemeye devam edenlere ne mutlu!